15 Aralık 2016 Perşembe

AMAN DİKKAT!!!

Spirtüellik, özüne bakma, kendini tanıma, içsel yolculuk gibi kavramlar özellikle son yıllarda çok arttı. Artması gerekiyordu çünkü insallık özünden kendinden çok uzaklaşmış, yaradanın yerine parayı koymuştu. Beşeri, gerçek insan yapan sevgi, şefkat, merhamet, paylaşma dürtüsü gibi kavramlardan gitgide uzaklaşmış, kendini yalnızlık hapishanesine kapatmıştı. Korku heryerdeydi. Korktukça diğer insanlardan, doğadan ve en önemlisi de kendi varlığından uzaklaşıyor, içindeki boşlukları kendinin dışında bir şeylerden alıp içine yamalamaya çalışıyordu ki bu inkansızdı. İçimizdeki o kocaman boşluk ancak ve ancak kendi onayımız ve kendi sevgimiz içimize aktıkça bir nebze olsun dolar, iyileşir, şifalanırdı.
İşte 1980 li yılların sonunda insanlıkta bir uyanış olmaya başladı. "Ben kimim?" "Bu hayatın amacı nedir?" "Herşeyim var fakat neden mutlu değilim?" gibi sorular daha sık sorulur olmaya başlandı. İnsanlar imanlarının olmadığını ya da çoktan kaybettiklerini farkettiler. Kendinden daha yüce bir güce teslim olmayan insan, hayatın akışı içerisinde büyük dalgalara yem olduğunu farketti. Bu dönemde mevcut dinlerin suistimal edilmesi ve insanların dinlerin aslında ne dediğini anlamaya üşenip, yorumlara kanmaları neticesinde, kadim bilgilere bir dönüş yaşandı. Aslında tüm din ve öğretilerin aynı şeyden bahsettiği anımsandı, hatta dinler ve öğretiler öncesi uygarlıkların bu kadim bilgileri içsel olarak bildikleri, dışarıdan herhangi bir yaptırıma ihtiyaç duymadıkları hatırlandı. "Atalarımızın bilip bizim bilmediğimiz, bize unutturulan sırlar neydi, evrenin kendine ait kuralları mı vardı, bu yasalara uymazsak ne olurdu, kendini bilmek ne demekti?" Tüm bu sorular sorulmaya başlandığında cevapları da beraberinde geldi. Evrenin yasalarından biridir, soruyu sorduğunda cevabı mutlaka gönderilir. İş ki soruyu sorabil!
Uzun lafın kısası 80'li yılların sonunda insanlık bu soruları sormaya başladı ve evrenin gizli sırlarının kapıları yavaş yavaş açılmaya ve sırlar ve bilgiler ortaya bir bir saçılmaya başladı. Hatta öyle ki bilim adamları binlerce yıldır din ve öğretilerin anlatmaya çalıştıkları bu sırları kanıtlar oldular. Kuantum fizikçileri, tasavvufçuların, budistlerin bahsettikleri öze ait bilgileri bilim yoluyla ifşa eder oldu. Uyanış bulaşıcıydı, tüm zihinler ortak büyük bir zihne bağlı olduğundan, bir kişinin uyanışı dünyanın diğer ucundaki başka bir kişinin uyanışını etkiledi.
Yüz maymun deneyi diye bir bilimsel çalışma var bilmem bilir misiniz? Bilmeyenler için kısaca bahsedeyim.
Bilim adamları, Japonya’daki Koshima Adası’nda yaşayan vahşi maymunlar üzerinde bir deney yapıyorlar. 30 yıl süren deney süresince, adada yaşayan maymunlar, kumların üzerine bırakılan tatlı patateslerle besleniyor. Fakat maymunlar patatesleri kumlu ve kirli yemeyi sevmiyorlar. Adadaki maymunların arasından bir tanesi, İmo isimli genç maymun, patatesleri yıkayarak kir ve kumdan arındırmayı kendince keşfediyor. Bu yöntemi keşfeden İmo, önce annesine öğretiyor. İmo’nun oyun arkadaşları da patatesleri yıkamayı kısa sürede öğrenip onlar da annelerine öğretiyorlar.
1952-1958 yılları arasında bunu yapan maymun sayısı kritik kütleye ulaşıyor. Dr. Watson tarafından yaklaşık bir rakam olarak belirtilen 100, kritik kütleyi ifade eden bir rakam.. 100 maymundan sonra birdenbire adada kalan diğer maymunlar da hiçbir etki altında kalmadan patatesleri temizlemeye başlıyor. Hatta bence en ilginci eş zamanlı olarak çevredeki adalarda, hatta Japonya anakarasında yaşayan maymunlar da patatesleri yıkamaya başlıyor. Bu deneyin üzerine de insanlar arasında da bu çeşit bir zihinsel bağ var mı diye deneylere başlanıyor ve sonuçlar elbette ki çok şaşırtıcı. Bu deneylerden de bahsedip yazıyı uzatmak istemiyorum ancak şunu kafamıza kazımamız gerekiyor ki hepimiz birbirimize bağlıyız. Kendimizde uyguladığımız her güzellik dünyanın başka bir bölgesinde kendi halinde yaşayan bir adamı etkiliyor. Bu büyük bir sorumluluk ve dikkat etmemiz gereken konulardan biri.
Image may contain: tree, sky, plant, outdoor and natureAncak ben bu yazımda dikkat etmemiz gereken başka bir konudan bahsetmek istiyorum. Spiritüel uygulamalar ve çalışmaların insanı özüne yaklaştıracakken aksine uzaklaştırabilmesi riskinden.
Bahsi geçen tüm bu çalışmalar aslında ne hissettiğine, ne düşündüğüne, ne yaşadığına ve neyi niçin yaşadığına odaklanmak üzerine. Ancak öyle bir vakit geliyor ki insanlar insani duygularını hissetmemeleri gerekmiş gibi bir duyguya kapılıyorlar. "Öfke" örneğin ruhaniyetle iştigal eden kimselerin ortaya çıktığında pek de hoşuna gitmeyen bir duygu. Kışkançlık, korku, depresyon, acı da öyle. Tam maskelerimizden kurtulalım dernek bu kez de spiritüel bir maske takmamız çok olası. Yaptığımız olumlamalar da bu zorlayıcı duyguları kapatmamıza olanak sağlıyor. En nihayetinde kendimize yaklaşalım derken iyice uzaklaşmış oluyoruz. Çünkü bu çalışmaları yapmazken en azından başkalarını suçlayıp, kızıp rahatlıyorduk. Şimdiyse yüzümüze kocaman bir gülümseme takıp olumlamalar yaparak, asıl duygularımızı es geçme, dolayısıyla özümüzden uzaklaşma riskimiz var.
Ben örneğin eğitimlerimde en çok öfkenin gizlendiğine şahit oluyorum. Diyorlar ki "ama ben artık öfke hissetmiyorum ki". Ben de diyorum ki : Hadi canım sizde!!!
Öfke bir kere son derece gerekli bir duygudur. Sağlıklı sınırlar koymamızı sağlar. Öfkelenmesek başkaları maddi manevi bizi yağmalar çökertirlerdi. Korku olmasa misal, camı açıp atlayabilirdik. Kendimize zarar vermemiz işten olmazdı. Suçluluk duymasak her şeye ve herkese rahatlıkla zarar verirdik, esef miktarda kıskanmasak motive olmaz yolumuza devam edemezdik.
Peki bu duygular ne zaman sağlıksız oluyor?
Sürekli o duyguda kaldığımızda ve kendimize ve başkalarına ani tepkisel hareketlerle zarar verdiğimizde. Yoksa duyguları hissetmenin nesi kötü? Duyguyu iyi ya da kötü diye adlandıran yine biz insanız. Kim demiş sevgi hissedince iyi öfke hissedince kötü diye. Duygularımızı yadsımak kendimize ve dolayısıyla çevremize verebileceğimiz en büyük zarardır.
Duygularla nasıl başa çıkabiliriz?
Ha işte bu güzel bir soru. Tüm bu öğretilerin temelinde "farkındalık" yatar. Duygularını yok say demiyor aksine farket ve bırak sal gitsin diyor. İşte bunu yapmak ustalık işi. Hep uyanık olma hali ve farkındalık gerektiriyor. Sürekli "Şu an ne hissediyorum?"" Şu an ne düşünüyorum?" sorularını sorarak kendimizi uyanık tutmalıyız.
Diyelim ki içimizde öfke duygusunu bulduk o zaman ne olacak?
Bir kere duyguyu isimlendirmek büyük rahatlama sağlayacak zaten. Daha sonra kime ve neye öfkelendiğimize bakabiliriz. Yine ustalık burada devreye giriyor. Çünkü bir sonraki soru şu: Bu kişi hangi yarama dokundu da beni öfkelendirdi? Eğer o dokunduğu yarayı bulabilirseniz, örneğin sizi görmezden geldiği için öfkelenmişseniz ve küçükken babanız da sizi görmezden geldiği için yaralıysanız işte harika bir farkındalık yakaladınız! Kitapları otuzdan fazla dile çevrilen ve çıktığı anda aylarca yok satan Amerikalı şifacı Louise Hay bu gibi durumlarda aynaya yönlendirir kişiyi. Aynaya gözlerinin içine bakıp yıllarca babasından duyamadığı sözcükleri kendine söylerse "seni görüyorum ve seni ömemsiyorum" derse örneğin çok daha büyük bir rahatlama ve çözülme olur. Ancak bu da yetmez çünkü ortada bu durumu tetikleyen üçüncü bir şahıs vardır ve göz ardı edilse de o kişiye öfke hissedilmektedir. Bu durumda ben yastığı yumruklayarak öfkemi boşaltıyorum çünkü biliyorum ki boşaltılmayan öfke, enerji alanıma yerleşip sonra hastalıklara yol açıyor. Sonra da bir önceki yazımda bahsettiğim enerjisel affetme ve bağ kesme çalışmalarını yapıyorum.
Unutmayın "Şu an ne hissediyorum?" "Şu an ne düşünüyorum?" hayatımıza yerleşmiş en temel iki soru olmalı. Hadi kolay gelsin... ( Fotoğraf instagram hesabı kubilay-djfpunto olan sanatçıya aittir)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder