30 Aralık 2016 Cuma

Hani yeni bir yıla gireceğiz, hani yepyeni umutlarla hayatımızın dönüşmesini istiyoruz ya, dönüşümün gerçekleşmemesinin en önemli sebebi KORKULARIMIZ ve KIRGINLIKLARIMIZ, ÖFKELERİMİZ VE AFFEDEMEMEZLİKLERİMİZ. Bugünkü konumuz affetmek!

Belki de ilişkilendiremediniz, affedememezlikleriniz önünüzü nasıl tıkayabilir ki? 

Şöyle tıkayabilir: Kendinizi bir pil gibi düşünün. İçinizde bir enerji kapasitesi var. Ve gün içerisinde koşturuyorsunuz, oraya buraya saçıyorsunuz enerjinizi malum. Günlük olaylar yetmiyormuş gibi bir de düşünceleriniz var. Onlar da emiyor enerjinizi. Özellikle negatif olanlar!

Anneninizin, babanızın, ağabeyinizin/ablanızın özellikle siz küçükken size çektirdiklerini, dostlarınızın atttıkları kazıkları, eski sevgililerinizin/eşinizin yaptıklarını bir türlü unutamıyorsunız. Hatırladıkça tüyleriniz diken diken oluyor, öfkeleniyorsunuz, hatta yapmaya devam bile ediyorlar ve siz daha da kuduruyorsunuz ve hatırladıkça enerjiniz biraz daha biraz daha emiliyor. 

Gördüğünüz gibi bu enerji vakumu altında ne ilham verici düşüncelere ne de bu ilham verici düşünceleri hayata geçirecek enerjiye yer var hayatınizda. Bu karmaşa da az biraz enerji bulursanız sosyalleşip kendinizi mutlu edersiniz ama ona bile gücünüz yok. Eve gelip kendinizi yatağa atmak tek çözüm gibi.

Şimdi görüyor musunuz affedememezliğin size ne yaptığını? Tüm algınızı geçmişte tutuyor, nerde yeni fikirler, çözümler aklınıza gelecek. 

Bakın şunu unutmayın; bu fiziksel evrene gelirken sizi üzecek ruhlarla anlaşmalar yaptınız size bunları yapsın ki tekamül edesiniz! Yani ortada affedecek bir şey bile yok. 

Hepimiz az çok kullanırız "dünya okulu", "test yeri", "oyun alanı" laflarını dünya düzenini tarif etmek için. E bu test yerinde başka türlü nasıl sınavlarımızı geçeceğiz. Mecbur bazıları bize bir şeyler yapacak. İşte bunlara dürtücü oyuncular diyoruz. Bu oyuncular genelde çok yakınımızdaki insanlar. Çünkü en çok onlar bizim canımızı acıtabilir. Yoksa sokaktan geçen birinin yaptığına o an sinirlenir sonra unutur gideriz. Hatta bizi üzen bazılarını terk ederiz, sevgililerimizi/eşlerimizi örneğin, fakat o gider onun yerini alacak bir diğeri muhakkak gelir. 

Nasıl mı oluyor sistem? Diyelim ki siz bu hayatınızda değerli olduğunuzu fark etmeye geldiniz. Belki diğer yaşamlarınızda bu konuda karmik bağlar oluşturdunuz onu düzeltmeye için buradasınız. Sebebi her ne olursa olsun, dünya planına gelmeden önce, bu değersizlik duygusunu size yaşatacak oyuncular seçersiniz. Örneğin size hiç kıymet vermeyen anneniz gibi. Ne zaman ki "anneme rağmen ben çok değerliyim" dersiniz bu dersi almış olursunuz ve bir daha annenizin size böyle davranmasına gerek yoktur ve ilişkiniz dönüşür. Tekamül ve dünya dersleri konusuna girmeyeceğim zira çok uzun. Sadece bir fikir vermesi açısından üzerinden geçmek istedim. Sadece hayatımızdaki her ruhun görevli ve oyuncu olduğunu bilin ve bazı oyuncuları istesek de asla değiştiremeyeceğimizi!

İşte  bugün hayatımızdaki en önemli oyuncularımızdan birini annemizi affedeceğiz. 

Önce annenizin bir fotoğrafını elinize alın. Gözlerinin içine bakıp ruhunu görmeye çalışın. Sonra kapatın gözlerinizi. 4 saniyede alıp 4 saniyede verin nefesinizi. İyice rahatlayınca annenizi gözünüzün önüne getirin. Size yaptıklarını bir bir hatırlayın, o korkunç duygulara girin ve ona içinizi kusun hayalinizde. Kustuklarınız bitince onun da size söyleyeceklerini dinleyin. Bazen çok ilginç şeyler söylüyorlar. Bitince ellerini tutun gözlerinin içine bakıp "anne seni affediyorum, bana yaptıklarına izin verdiğim için ve seni üzdüğüm için kendimi de affediyorum böylece seni ve kendimi özgür bırakıyorum" deyin. "Affediyorum" diyemiyorsanız "affetmeye niyet ediyorum" deyin. Sonra aranızda gümüş bir kordon bağı olduğunu fark edin. Bu bağ aranızdaki karmik bağ, sevgi bağı değil! Yerde duran altın bir makasla aranızdaki bağı kesin, göbeklerinizden sarkan parçayı da kesin ve ilerdeki gümüş mor renkli alevde yakın sonra da sarılıp annenizi kendi boyutuna uğurlayın. Dediğim gibi sevgi bağlarını hiçbir güç kesemez bunlar karmik bağlar.

Çok büyük bir enerjisel rahatlama hissedeceksiniz. Ben bu çalışmayı tüm hayatın boyunca öfkeli olduğum herkese yaptım. 5 hakikanızı almaz lakin çok özgürleştirici bir çalışma. Hadi kolay gelsin!!!

Not: Bu arada annesini henüz affetmeye gönüllü olmayanlara sesleniyorum bir anne olarak. Anne olmak öyle zorlayıcı ki. Çocuğunuzun üzerine ona küçük gelen bir battaniyeyi örtmek gibi. Ayakları üşümesin diye örtüyü çekiyorsunuz, bu kez omuzları açıkta kalıyor. Kollara doğru çekiyorsunuz bu kez bacaklar açıkta! Uzun lafın kısası ne yapsak olmuyor, mükemmel olmaya çalıştıkça elimize yüzümüze bulaştırıyoruz ve kendi farkındalığımız içerisinde elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Ve tek bir ortak noktamız var çocuklarınıza aşığız, bunun için özel bir çaba da sarfetmemize de gerek yok bu aşk içimize koyuluyor çocuğumuzun tohumu rahmimize düşünce. O nedenle her ne yapmışlarsa yapsınlar bu aşk, bu 9 ay uğruna tüm anneler affedilmeyi hakeder!

( Fotoğraf instagram hesabı @kubilay_djfpunto olan sanatçıya aittir)

28 Aralık 2016 Çarşamba

Yaklaşık bir buçuk sene önce haldur huldur işe gider, ön ergen çocuğuma analık yapar, evde hizmetkar, dışarda  sosyal kelebek olmaya çalışır, haftasonları o kurstan bu kursa koşar, kendime ayıracak bir dakikam bile olmazken tek bir dileğim vardı: Yavaşlamak!!!

Sonra bir niyette bulundum. Yeni yıla bu halde girmeyecektim. Koşmaktan çok yorulmuştum, artık bana hizmet etmeyen işimi bırakmak istiyordum ama nasıl? Ne yapabilirdim ki ben, CV'imde yıllardır yaptığım yönetici asistanlığı dışında bir şey yazmıyordu.

Ve sonra öyle bir noktaya geldim ki korkularımın ötesine geçtiğim noktaydı bu: Kararım kesindi işi bırakacak, yavaşlayacak, başımı kaşıyacak vakit bulacaktım. Kendime bir sene verecek ve bu süre dolmadan ne yapacağımı karara bağlayacaktım. Hayalimdeki iş nasılsa gelip beni bulurdu. Bulmasa da eski işime benzer bir iş bulurdum ne kaybederdim ki özgürlüğümden başka.

Karlı günlerde  ofiste debelenirken işi bırakmanın yanı sıra bir de şöyle bir vizyonum vardı. Evde en sevdiğim koltuğumun en sevdiğim köşesinde, elimde en sevdiğim kitabım, sehpada en sevdiğim çayım durur, geri planda en sevdiğim şarkılar çalarken ben bir yandan kitabıma konsantre oluyor bir yandan da usul usul yağan karı izliyorum içim huzur ve coşkuyla dolu.

Şu an en sevdiğim koltuğumun en sevdiğim köşesinde oturup, en sevdiğim kitap elimde, en sevdiğim çayımı yudumlayıp geri planda çalan en sevdiğim şarkılara kulak verirken bir yandan dışarda usul usul yağan kara dikkatimi veriyor bir yandan da bu günlerin tohumlarını attığım o çaresiz gibi görünen günleri anımsıyorum. İnanin bana hayalleriniz sadece hayal değil, imgeledikleriniz sadece zihninizdeki imajlar değil. Bunlar gerçek olma potansiyeli olan yaratım tohumları. Siz sadece İLK ADIMI KORKUSUZCA atmakla yükümlüsünüz. Gerisi Allahın, evrenin, kaynağın adına ne diyorsanız o herşeye muktedir ilahi gücün işi. Korkmayın değişiklikten, asıl korktuğunuz konfor alanınıza hapsolmak olsun!

Kapanışı Şens Tebriz-i'nin en sevdiğim dizeleriyle yapmak istiyorum: 'Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını"

22 Aralık 2016 Perşembe

ŞAKÜLÜ KAYANLAR BURAYA!



Özellikle bir iki gündür şakülü kayanlar buraya!!! Benim de ziyadesiyle kaydı çok şükür😊  Bir önceki yazıda paylaşmıştım, bize artık hizmet etmeyen, görmezden geldigimiz her şey su yüzüne çıkıyor. Kozmik enerjiler bunun böyle olmasına zorluyor adeta. Öyle ki sorunları daha fazla görmezden gelemeyecek duruma geliyoruz.

İçinde tavuk pişirdiğiniz yağlı bir tepsi düşünün. Hemen elinize alıp temizleyemezsiniz, bir süre suda bekletirsiniz. Suda beklediğinde de tüm pislik ve yağ kalıntıları suyun yüzeyine çıkar. Görüntü mide bulandırıcıdır. Elinize bir sünger ve deterjan alıp iyice ovmanız gerekir ta ki parlak yüzeyi görünceye dek. Bazen sünger yetmez, telle ovalarsınız, olmadı fırçalarsınız. Temizlik bittiğinde tepsi ayna gibi olur ancak siz de ovmaktan bitap düşmüşsünüzdür. Şu an enerjisel anlamda tam olarak öyle bir dönemdeyiz. Arınmamız, temizlememiz gereken her şey ama her şey su yüzüne çıkıyor. Hem bireysel olarak hem gezegensel olarak. Her şey patlıyor (her iki anlamda da)!

Kemerlerimizi bağlayıp dengede olma vakti. Tamam da nasıl? Hiç kolay değil, olaylar ve iç sıkıntısı geldi mi yerlerde sürünüyorsunuz biliyorum. Lütfen geçeceğini bilin ve uyguladığınız tekniğe devam edin. Bende nefes çok işe yarıyor. 4 sayıda alıp 4 sayıda veriyorum sakinleşene kadar. Nefesimi muhteşem bir ışık olarak çekip, verirken sıkıntılarımı bir dumanla bıraktığımı hayal ediyorum.

Bir de şu olumlama hayatımı kurtarıyor:"Bu durum da geçici. Böyle hissetmem çok normal. Duygularımın farkındayım. Huzurluyum. Hayatın akışına güveniyorum. Güvendeyim"

Daha önce de bahsettiğim sirkeli suya ayaklarınızı koymak da ekstra işe yarıyor. Merak etmeyin yalnız değilsiniz, hepimiz aynı yerden geçiyoruz. Dışınızda ciddi zor durumlar yaşanıyorsa (ilişkilerle ilgili, işle ilgili, parasal vs) kontrol etmeyi bırakın ve kendinizi sakinleştirmeye çalışın. Ancak sakin olursanız daha önce hiç fark etmediğiniz bir çözüm size görünür olur. Panik olmak durumu iyice zorlaştırır. Yakında temizlik bitecek, biteceğine güvenin! Nefesi unutmayın...Sarılıyorum hepinize (Fotoğraf internetten alıntıdır)

18 Aralık 2016 Pazar

SİRKELİ SU;)

Ülkenin üzerinde kara bulutlar var malum. Bugün bir de bir türlü bir karara varamadığımız saatler süren bir toplantıya katıldım. Yetmedi onlarca insanın tıkış tıkış gezdiği bir yılbaşı hediye fuarına gittim. Anlatırken çok negatif bir deneyimmiş gibi kulağa geldiğini biliyorum. Aslında katıldığım toplantı çok sevdiğim insanlar topluluğuydu, yılbaşı hediye fuarı ise bayıldığım @cermodern 'de ve harika tasarımcıların ürünlerini sergiledikleri nefis bir fuardı. Sonuçta her ikisini de severek yaptım ancak severek yapmam farklı enerjilere maruz kalmamı, baş dönmesi, zihin karışıklığı ve yorgun hissetmemi engelleyemedi. Özellikle kendinizi yükseltecek çalışmalar yapıyorsanız, karışık enerjilerin dolaştığı kalabalık ortamlarda böyle hissetmeniz çok normal. Ben bu tür günlerin ardından kendimi genelde parka, ağacımın (adı Tin 😊) köklerine atarım kendimi. Çıplak ayaklarımı toprağa gömerim, 15 dakika sonra enerjik, rahatlamış ve huzurlu kalkarım ağacımın altından. Bu akşam hava karardığından parka gidemedim onun yerine kendime ılık sirkeli su yaptım. İçine de temizlenmiş ( daha önceden tuzlu suda bekletmiştim) ametist taşını koydum ve şöyle bir niyette bulundum: Yaşam enerjimin dengelenmesi ve bana ait olmayan tüm negatiflerin suya akması niyetiyle. Her şey niyetle başlar biliyorsunuz. Niyeti ettikten sonra uzun ve derin nefesler aldım ve bana ait olmayan her türlü blokajın içimden suya aktığını hayal ettim. Ben genelde bu tür çalışmaları parktaki ağacımın köklerinin üzerinde yaptığımı hayal ederim. Bilinçaltı gerçekle imgelemenin arasındaki farkı anlayamıyor biliyorsunuz. Nefes ve sirkeli su çalışmasının ardından, koltuğumun en sevdiğim köşesine uzandım. Elimde içine limon dilimleri attığım lavanta çayım. Diyeceğim o ki ne kadar karmaşık bir gün geçirirseniz geçirin kapanışı gevşeme, rahatlama ve kendini şımartmayla sonlandırırsanız, yatağa gevşek bir beden ve zihin götürmüş olursunuz. Bu da ertesi güne enerjik başlamanızı sağlar. Aksi takdirde şiş gözlerle, mutsuz ve huzursuz bir güne başlarsınız. Güne nasıl başlarsanız da öyle devam eder malum. Tüm gün yayın yaptığınız frekanstan kişi ve olayları hayatınıza çekersiniz. Rahatlamış bir gece diliyorum size;) Sirkeli suyu unutmayın...

( Fotoğraf internetten alıntıdır)

15 Aralık 2016 Perşembe

ACI NEDEN GEREKLİ?


Gayet iyi bir çocukluk geçirdiğimi sanmıştım. Uyandığımda 20’li yaşlardaydım. Bir gün kardeşimle oturup çocukluğumuzu sorgulayıp, aslında inanılmaz zor bir çocukluk geçirdiğimize karar verdiğimizde ise artık 30’lu yaşlarımı çoktan devirmiştim.J Salak mıymışım? Belki. Belki de görmek istediklerimi görmüşüm bilemiyorum ama neticede elimde alkolik bir baba, borderline olduğunu tahmin ettiğimiz bir anne ve ilişkilerimizi bir türlü kotaramadığımız bir kardeş vardı. Onları çok ama çok seviyordum ama her ne yaparsam yapayım bir şekilde yanlış anlaşılıyordum. Onlar da beni ölümüne seviyorlardı ama ne yaparsak yapalım birbirimizi olduğumuz gibi kabullenemiyorduk ve  yalnızdım ya da bana öyle geliyordu. 

Ufakken yaratıcıyla aram çok iyiydi. Sürekli onunla iletişim halindeydim. Ondan sınıftaki güzel kızlar gibi mavi gözler, kumral saçlar ya da oyuncaklar filan istiyordum. Yiyeceği olmayan çocuklar için yiyecek, sokak hayvanlarına barınak, tüm dünyadaki herkese sağlık afiyet ve mutluluk diliyordum. Bir yandan da korkuyordum kendisinden. Acı çekmekten. Çünkü güzelliklerin yanında acıyı ve kötüyü de yaratmıştı. Dünyada varolan tüm acılar ve kötülükler beni çok üzüyor, başıma gelmesinden çekiniyordum. Acılar neden vardı neden olmalıydı? Az çok yirmili yaşlara kadar çok da büyük acılar yaşamamıştım ama ya büyük bir acıyla karşılaşırsam ne olacaktı? Kafayı biraz da bunlarla bozmuştum. 

Derken günün birinde korktuğum başıma geldi. 18 yaşımdan beri birlikte olduğum adamı trafik kazasında kaybettim 30 yaşımda. Sabah hoşçakal öpücüğü vermiştim hatta çok erken saatte evden ayrıldığı için kapıdan uğurlamamıştım bile. O akşam her zamanki saatinde eve gelmedi. Hatta bir daha hiç gelmedi. Buarada yaklaşık iki ay sonra annem hastaneye yattı ve uzunca bir süre tedavi altında kaldı. Sağlığı gitgide bozuluyor kilo kaybediyordu. Sevdiklerimi gitgide kaybedecek olma fikri beni çileden çıkarıyor, korkudan ölüyordum. Vedat’dan bir sene sonra beni büyüten çok sevdiğim babaannem, ardından kendisinden çok şey öğrendiğim iş arkadaşım Semin, onun da ardından annemi kaybettim. Sürekli sevdiklerimizi kaybetmek ailem için bir rutin olmuştu. Kızım 2 yaş sendromu ve devamındaki bunalımlı evreyi yaşıyordu. O da sevdiklerini aniden kaybetmişti neticede. Babam kendini iyice alkole vermişti, tüm gün yatağın içindeydi ve kendini uyuşturmayı seçiyordu. Kardeşimle aram bok gibiyidi. Ve ben kelimenin tek anlamıyla saçmalıyordum. İnanç sistemim altüst olmuştu. Artık yaratıcıyla neredeyse hiç bağlantı kurmuyor, asla dua etmiyordum. Yaratmış olduğu düzene kendimce bir anlam getirmiştim. Buarada bir sistem vardı. Biz ruhlarımızı geliştirmek için buaradaydık ve ruhların gelişmesi için hep acı çekmek zorundaydık. Ruhların neden gelişmesi gerektiği kısmını bilmiyor ve anlamıyordum. Önemli de değildi. Gerekli olan acımı çekip buradan gidecektim. Öfkeliydim hem de çok öfkeliydim, bence yaratıcıya karşıydı bu öfkem. Ama ondan öylesine tırsıyordum ki tüm öfkemi ölen sevdiklerime çevirdim beni yalnız bıraktıkları için. Şuan geriye dönüp baktığımda kaybettiğim tek şeyin aslında sadece sevgi olduğunu farkediyorum. Hiçbirşeye karşı artık ne merhamet ne de sevgi hissediyordum. Çok eskiden sokak hayvanları için debelenir, hep birşey yapma çabasına girerdim. En azından yaralı bir hayvan görsem günlerce kendime gelemezdim. Ama bu olaylardan sonra örneğin yolda yaralı bir hayvan görsem bakıp yoluma devam ediyordum. Hiçbirşey beni etkilemiyordu. Evet ördüğüm duvarlar daha fazla etkilenip üzülmemi engelliyordu ama sevme yeteneğimi de elimden almıştı. Dünyadaki en korkunç şey nedir biliyor musunuz? Acı çekmek değil, artık sevememektir. Çünkü dünyayı toz pembe yapan tek şey aşktır, sevgidir. Ama siz artık bu duyguları hissedemiyorsanız dünyayı gri görürsünüz. Renksiz ve ekşi. 

Hayatımdaki tek renkli şey flamenkoydu.Onun renklerini görebiliyordum. Kırmızıydı çok canlıydı, grinin arasından kendisini belli ediyordu. Anda kalmamı sağlıyor başka şey yapmama izin vermiyordu. Şımarık ve kadir kıymet bilmezdi ama olsun zihnimin acıları düşünmesine izin vermiyordu. Buarada çok da güzel maskeler takmıştım. Her daim eğleniyor gülüyordum. Acımın gözükmesini, soru sorulmasını, aciz görünmeyi istemiyordum. Ve çoğu zaman maskelerime öyle sıkı sıkıya bağlanıyordum ki acılarımı ben de hatırlamıyor üstlerini kapatıyordum. İkili ilişkilerim derseniz saçma sapandı. Sevgi yoktu ki ilişki nasıl olsundu. Birkaç ay önce kızım bana dehşet içinde dinlediğim bir hikaye anlattı. “Anne” dedi “ben seni küçükken hırsız sanıyordum?” “Efendim?” dedim şaşkınlıkla “ne çaldım ki ben?” “Gerçek annemi çaldığını sanıyordum. Benim küçükken kısa saçlı bir annem vardı. Çok sevgi doluydu, iyi kalpliydi. Sonra sen onu yokedip yerine geldin. Çok öfkeli ve sinirliydin. Korkuyordum ben senden. Ama sonra alıştım ben de sana. Zamanla sen de beni sevdin gibi geliyordu. Hatta son zamanlarda sanki eski annemi geri getirmiş gibisin.” Bu hikaye acı gerçeği tokat gibi yüzüme çarptı. Tüylerim diken diken olmuştu. Ben ne yapmıştım kayıplarımdan sonraki seneler boyu. Bir Banu yaratmıştım. Sevgisiz aslında öfkeli ve sıkıntılı ama kimseye göstermeyen. Kendine ve sevdiklerine sevgisini veremeyen, yalnız ve mutsuz. Bir tek en yakınlarım görebiliyordu içimdeki irini. Onlara da öfke olarak kusuyordum. Sorunu çözmek istiyordum ama göremiyordum ki çözeyim. İnanç sistemime göre çektiğim acılar sonunda topluma faydalı birşey yapmalıydım ki buradaki görevimi tamamlayım. Bakıyordum etrafıma ya da dünyaya mesela oğlu silahla öldürülen bir anne, silahsızlanmaya karşı bir dernek kurmuştu, ya da çocuğu down sendromlu olan bir diğeri, down sendromlu ailelerin bilinçlenmesi için çalışıyordu. Ben de benim buradaki görevimi bulmaya çalışıyordum. Yas danışmanı olmaya karar verdim. Öyle ya bir kaybı ancak kaybı yaşayan başka biri anlayabilirdi. Ben de kayıp yaşayanlara yardım edecektim. İngilterede uzaktan eğitim veren bir sertifika programı buldum ve hemen kendimi kaydettirdim. Bir de site açtım “yası-yorum” adıyla. Yas yaşayanların acılarını anlamaları için bir forum oluşturacaktım. Söylediklerimin hepsini yaptım, sertifika programı yarım kaldı, sitem de ilgisizlikten kapandı. Ancak şimdi anlıyorum yapmış olduğum hatayı. Ben daha kendi yasımı yaşamamıştım ki başkalarına nasıl yardım edecektim. Hem bu görev meselesi de neydi? Eğer bir kayıptan ya da olaydan sonra birşey yapılması gerekiyorsa bu zorlamayla olmazdı ki, akışın içerisinde oluverirdi. Ben kendimi hep oynar buluyordum, gerçekten ben kimdim? Sürekli “mış” gibi yaşayan bir ben.  Kendimi akışa ve düzene hiç bırakmamıştım ki. İşte buradaki en büyük eksikliğim inanç sistemimi yanlış temeller üzerine oturtmuş olmamdı. 

Kendi başıma tatillere gidiyor, yurtdışına çıkıyor, geceleri partiliyordum. Ama mecburen ne yaparsam yapayım kahrolasıca söz geçiremediğim, tilkilerin cirit attığı beynim de benimle birlikte geliyordu.  Kızımla çatışsam da hayatım dıştan gayet yolunda görünüyordu aslında. Peki ya içten? İçten durum vahimdi. Boşlukta ve arayıştaydım ancak ne aradığımı bilmiyordum. Bence beni seven bir sevgilim olsa herşeyi kökten çözebilecektim. Kökten ve temelden! Birinin beni sevmesini ve onaylamasını istiyordum ama peki ben karşımdakini sevebilecek kapasitede miydim? Peki ya kendimi? Kendimi sevebilip onaylayabilir miydim?

Bu soruların cevabını bilmiyordum. Aslında sorun soruyu hiç sormuyor olmamdı. Tüm sorun dış dünyadaydı. Eğer acı çekiyorsam sorumlusu başkalarıydı, bu sistemdi, düzendi. Bakışı kendime çevirmeye çalışmam yıllarımı aldı. “Acaba ben de mi sorun?” dediğimde artık aydınlanma sürecimin ilk adımını atmış bulunuyordum. Buarada yardım almadığımı sanmayın. Birçok psikolog ve psikiyatristin muayenehanesini ziyaret ettim. Hatta ilaç da kullandım bir dönem. Fakat sorun bendeydi istikrarsızdım. 

Yakın bir arkadaşım vardı, hep derleşirdik benzer ailevi sorunlarımız vardı. Bana birgün seni bir yere yollayacağım, sorgulama ama git lütfen sana iyi geleceğini hissediyorum dedi. Bu kısmı hızlı geçeceğim çünkü oraya gittiğimde bana yardımcı olan hocam ve o dönemde yaşadıklarım başka bir yazının konusu. Sadece yapmış olduğumuz çalışmalar neticesinde kendimle korkularımla hızlı bir şekilde yüzleştiğimi söyleyebilirim. İşte o günlerde aslında tüm sorunun ben ve benim korkularım olduğunu anladım. Dış dünya diye bişey yoktu. Karşıma çıkan tüm insanlar beni sadece beni yansıtıyordu bana. Örneğin yetersizlik korkumu alevleyen bir adamla tanışıyordum. Ya da gücümü kaybetme korkumu körükleyen ailem sürekli bir olayla tekrar tekrar bu korkumu alevlendirecek olaylar yaşatıyorlardı bana. Kızmamalıydım çünkü görevleri oydu. Ben koşulsuz sevgi moduna geçene kadar bana karşı öğretmenlik görevlerini yerine getireceklerdi. Peki ne menem bişeydi allah aşkına şu koşulsuz sevgi? Herkes sevgiden, ışıktan, auradan bahsetmeye başlamıştı son zamanlarda. Midem bulanıyordu bu sözcüklerden. 

Bir akşam kızkardeşim ağlayarak karşıma dikildi. Berbat görünüyordu. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Eşiyle kavga etmişti ve ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Normal bir zamanda onu içeri alır, nasihatlarımı birbiri ardına sıralar, kendi doğrularımı ona kabul ettirmeye çalışırdım. Asla anlattıklarını dinlemez hak vermez onaylamazdım. Fakat o gün birşey oldu ve kapıyı açtığımda onu öyle perişan halde görünce içimden bir ses Einstein’ın bir lafını hatırlattı bana. “Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç bekleyemezsın. Bu zaman kaybıdır”. O an başka bir tepki vermem gerektiğini farkettim. Ve içeri girer girmez sarıldım ve “seni seviyorum” dedim. “Kavganızla ilgili sebep sonuç ilişkisini anlatma. Kim haklı kim haksız bilmek istemiyorum. Bu ikinizin de sorunlarını büyütmekten başka bir işe yaramaz. Sen burada ben ve Derin’le kal istediğin kadar. Güzel vakit geçirelim. İyi hissedince o zaman konuşursun kocanla ve ne yapmanız gerektiğine karar verirsin. Ben senin yanındayım ne karar verirsen ver. Yanındayım ve seni seviyorum”. O gece birbirimize sarılıp yattık ve çok garip bişey oldu. Sanki odadaki hava ağırlaştı, bizim göremediğimiz bir enerji vardı, bedenlerimiz titremeye başladı. Biraz korkuyorduk ama yine hissettiğimiz şey huzurdu. Daha sonraları bunun ne olduğunu araştırdığımda sevgi enerjisinin elle tutulur bir şekilde hissedilebileceğini öğrendim. Çok tuhaftı çok.  Yıllardır bombok olan ilşkimiz o bir hafta boyunca mucizevi bir şekilde değişti. Sadece gülüyor, ağlıyor, birşeyler yiyip içiyor, anne babamızı çekiştiriyor, bir takım çözümler yapıyor kısaca iyi vakit geçiriyorduk. Sevgim koşullu değildi, yani benim söylediklerimi yaparsa, benim yolumdan giderse onu onaylamayacaktım. Onu her haliyle onaylayacaktım ve o an olduğu haliyle de çok seviyordum. İsterse bana çok ters birşey yapsındı. O günlerden sonra ilişkimiz ciddi anlamda değişti kardeşimle, şuan hala bazı sıkıntılar yaşıyoruz ama eskisi gibi kesinlikle değil! Babam da artık kendi kendine idare edebiliyor çok şükür. O en kötü döneminden eser yok. Kızımla ilişkilerim ise inanılmaz. Kısaca ben değiştim dünyam değişti!

Peki yukarıda sorduğum sorunun cevabı ne? Acı neden gerekli? 

15 hafta boyunca bir senaryo kursunu katıldım. İlk derste öğrendiğimiz şey; bir kahramanınız (protogonist) olacak, onun bir amacı olacak (hedef) ve onun amacına ulaşmasını engelleyen bir düşmanı (antagonist) olacak. Bu antagonist kahramana yaptığı kötülüklerle hep hedefini hatırlatacak. Film senaryosunun olmazsa olmazları bu üç ana başlıktır. Senaryonuzda kahramanınızın karşısına hedefine gitmesini engelleyecek çatışmalar, engeller çıkarmalısınız. Yoksa filmi izlenir bir hale getiremezsiniz. Bu kursdan sonra hayatı da çok daha iyi anladım. Hayatımız bir senaryoydu. Henüz biz bu fiziksel evrene gelmeden önce yazılmıştı. Bu senaryoya hayat planımız ya da  kader diyorduk. Senaryonun sinopsisi yani kısa öyküsü hazırdı, kahramanlar, başı sonu, temel ayrımlar, ana yollar belliydi ancak olay örgüsü ve diyaloglar yoktu.  Yoktu çünkü özgür iradeyle yollanmıştık ve doğaçlama oynayacaktık. Bu kursda öğrendiğim şeylerden biri de aklınıza bir senaryo fikiri geldiğinde bunun komedi mi yoksa dram mı ya da romantik komedi mi olacağını bilememenizdi. Yazdıkça şekilleniyordu. İşte hayat da tıpkı böyleydi. Özgür irademizle hayatımızı trajediye ya da romantik komediye ya da drama çevirebilirdik. Senaryo içerisinde karşılaşacağımız insanlar ve onlardan ne öğrenmemiz gerektiği de belliydi. Aslında tüm kahramların hedefleri hep aynıydı. Koşulsuz sevgi, yaratandan ötürü yaratılanı sevmek ve olanı olduğu biçimiyle tam ve bütün olarak kabul etmekti. Bunu spiritüel kaynaklar yuvaya dönmek olarak tanımlıyor. Yani asıl öz aşk enerjisine dönmek. Hani yaratıcı bizi kendine duyduğu aşkla yarattı biz oyuz ya. Tekrar o saf enerjiye, ışığa dönüşme durumu olarak tanımlanıyor. Nefsimizi silmeye çalışmadan, çünkü bu imkansıız, kabul etmek ama aynı zamanda kontrol altına almak. Sonunda da saf sevgi olmak.  Tüm bu tanımlar benim insansal algımın dışında, tam olarak idrak edemiyor ama az çok bişeyler anlıyorum. Hedefimize yani koşulsuz sevgiye ulaşırken yolda karşımıza engeller çıkacak, çatışmalar olacak senaryo gereği. Dış dünya kim? Biziz bizim yansımamız. Yani hani ben ne ekersem onu biçiyorum ya. İnsanlara neyi, hangi özelliğimi yansıtıyorsam onlara da tam olarak bana geri ışınlıyorlar. Peki bu çatışmalar, engeller, acılar olmazsa ne olur? Filmin çekimi yavaşlar, monotonlaşır ve hedefe ulaşılmaz. Acı dürtükleyici bir araçtır. Farkına varmak, birşeylerin ters gittiğini, değiştirilmesi gerektiğini hatırlatmak için bir araç. Yani hep bizden ayrı birşey olduğunu düşündüğümüz Allah Baba yukarda oturup, bir takım kararlar verip bizim acı çekmemiz için çeşitli düzenekler kurmuyor. Tam tersi biz yansıttığıımız korkularımızla kendi cehennemimizi bu fiziksel evrende kendimiz yaratıyoruz. Suçlu kim “ben”im. Çok acı değil mi? En acısı bu gerçekle yüzleşmek.

Bu tür konulardan konuşunca bazen arkadaşlarım haklı olarak itiraz ediyor. Tamam acı gerekli gelişimimiz için böyle şeyler yaşıyoruz. Ama ölen ufacık bebeklerin, gencecik insanların, tecavüze uğrayan kadınların ne suçu var. Mesela Berkin Elvan neden öldü? Bu sorulara tepeden bakıp ahkam keserek cevap vermek hiç doğru olmaz. Çünkü söylediğiniz herşey kifayetsizdir. Ortada çok büyük bir acı vardır. Evladını henüz kaybetmiş bir anaya ilahi düzenden, acının gerekliliğinden bahsedemezsiniz. Acı çok çok çok büyüktür. Bu konuyla ilgili kayıplar yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim. Tanrısal bakış açısıyla bakıldığında bu ölümler de hedefe giden, koşulsuz sevgiye giden yolu destekleyici niteliktedir. Berkin Elvan’ın ölümüne bakarsak, masumca ekmek almaya giderken başından vurulması, aylarca komada kalması ve yaşının küçük olması hiç uyandırılamayacak kadar yankı uyandırdı. Kitlelerin yüreklerini sevgi, dayanışma, vicdan ve adalet duygusuyla doldurdu. Evet çok büyük bir öfke hissediyorlar ama çok yoğun da merhamet hissediyorlar. Evladını kaybeden anayla inanılmaz empati kurdular. Berkin’in yüzü gözlerinden gitmiyor. Biliyorum çünkü benim de öyle. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Sistemi ve düzeni anlıyorsunuz. Herkes rolünü oynuyor. Gidişiyle kitleleri ayağa kaldırdı o güzel ruh. Kendi yaşamından vazgeçerek. Olması gerektiği gibi. Bu cevabın üstüne senin evladına birşey olsa bu bakış açısıyla bakabilecek misin sorusunu sorabilirsiniz. Ben de size deli misiniz derim. Henüz ermedim. Gayet bu senaryonun içindeyim. 

Kendisinden çok şey öğrendiğim Ayşegül: “ Kazalar ve hastalıklar sert uyarılardır” der. Yani dön ve kendine bak, ters giden şeyleri çöz yoksa bu hayat diliminde hedefine ulaşamayacaksın, yani koşulsuz sevemeyecek ve yargıladıkça kendi cehenneminde yaşamaya devam edeceksin!” Senaryomuzdaki diğer kahramanlar da kaza ve hastalıkların yaptığı benzer dürtüklemeyi yapar. Hep aynı şeyleri yaşatırlar bize. Hatta bazen kahramanlar farklı olaylar aynıdır. Hatta o kadar aynıdır ki diyaloglar bile hiç bozulmamıştır. Bu en çok ikili ilişkilerde yaşanır. Kadınlar en çok değersizlik ve yetersizlik korkularını deneyimlerler ilişkilerinde, adamlar hep bu korkularını ortaya çıkaracak şeyler yaparlar. Adamlar değişir olaylar değişmez. Ta ki o yetersizlik korkusu uçup gidinceye kendini olduğu gibi kabul edip sevinceye kadar. Görüldüğü üzere film aslında basit görünse de oldukça zor. Farkındalık gerektiriyor. Ve farkındalık artmadan önce hep dış dünyayı suçlarken, artan farkındalıkla acaba ben nerede hata yapıyorum, hangi korkumun neticesinde bu olayları tekrar tekrar yaşıyorum diye kendinizi sürekli sorguya çekiyorsunuz. Farkındalıkla yaşamak zor zanaat ama eğlenceli bir tarafı da var itiraf etmeliyim. İşin komik tarafı da çözdüğünü sandığında bir başkasının gelmesi. Ama hepsini çözsek film biter değil mi? Demek ki bu fiziksel evrende olduğumuz sürece kendimizde temizlik yapmaya devam.


Film çok güzel senariste güvenin. Hatta sadece senariste güvenin zira tek derdi sizi hedefinize ulaştırmak;)

KENDİMLE DOST


“Nefretle baktım. Hiç akıllanmayacaktı. Hep ama hep aynı hataları yapmaya, aynı tepkileri vermeye, aynı acıları çekmeye devam ediyordu. Yıllar içerisinde değişeceğini ummuştum ama nafileydi. O kadar çalışmasına rağmen yine başarılı olamamıştı işte. Yaptığı aptallıkların haddi hesabı yoktu. Ağzından çıkan kelimelere inanamıyordum. Kesin salaktı o kesin salak! Diğer insanlar onu hoş bulduklarını söylüyorlardı ama neresini beğendiklerine hiç anlam veremiyordum. Bir kere vücudu hiç güzel değildi. Şişmandı işte bariz şişman. Yüzü desen hiç birşeye benzemiyordu. Belki elle tutulur bir kaç özelliği vardı ama onlar da bütünün içerisinde kayboluyordu. Evet başarılı olduğu bazı alanlar vardı ama yine de yetmiyordu daha mükemmel olmalı, herkesin sevgisini ve onayını kazanmalıydı. Herkes onu sevmeli beğenmeli takdir etmeliydi. Ama bu öylesine zordu ki. Onun gibi salak, aptal, başarısız, çirkin birini kim sevsindi ki? Sevmeyi ve sevilmeyi hiç ama hiç haketmiyordu! 
Bakmaya devam ettim gözlerinin tam içine ve oradaki masum, sevgisiz, çocuk bakışları yakaladım. Bu masumiyet beni daha da  çok rahatsız etti.  Diğer insanlar onu üzebilirdi, biraz güçlenmesi gerekiyordu. Bu neydi böyle? Kendini toparlaması gerekiyordu artık. Kendini koruması... Yoksa onaylanmazdı, sevilmezdi, acı çekerdi. Kendine gelmesi için vurdum, sonra bir daha ve bir daha. Avuç içlerim kesilmişti fakat acı hissetmiyordum. Kırık aynadan yansıyan aksim hala onu sevmeyen bana masum ve çaresizce bakmayı sürdürüyordu.”

Tamam biraz abartmış olabilirim ama kendimize yaşattığımız cehennemi aşağı yukarı dile getirmiş olduğumu düşünüyorum. Kendimize hiç kimseye olmadığımız kadar acımasız, yargılayıcı, aşağılayıcı ve vurdumduymazız. Yani en azından ben öyleyim. 
Küçüklüğümü hatırladım şimdi. Kendimi çirkin olduğuma öyle inandırmıştım ki, okulun en yakışıklı çocuğu benimle ilgilendiğinde altında bir bit yeniği aramış, olayın güzelliğini ve keyfini yaşayacağım yerde, kendimi bir endişeden diğerine sürüklemiştim.  Çocuğun da kafasını da karıştırmış en sonunda  aşkımı içime gömmüştüm. Benim gibi çirkin, esmer, şişko bir kızı neden beğensindi ki? Hem de okulun en yakışıklı çocuğu beni beğenecekti. Peh! Yıllar geçip de ilgiler artınca artık bellki de o kadar çirkin olamayabileceğimi düşündüm. Ama yine de şu kıvırcık saçlarım kesinlikle düzleştirilmeli, kirpiklerim kıvırılmalıydı. Rimelsiz kirpikli yüzümden nefret ediyordum. Saçlarımın kıvırcık olduğunu daha iki sene öncesine kadar o kadar az insan bilirdi ki, saçlarımı oldukları haliyle kabul edip, kullanmaya başladığımda insanlar perma yaptırdığımı düşündüler . Kendimi sadece dış görünüş olarak değil, davranış olarak da pek beğenmiyordum. Yaptığım her davranışın, söylediğim her sözün insanlar tarafından onaylanmasını istiyordum. Ben sevilmeli, beğenilmeli, takdir edilmeliydim. Hep toplum tarafından onaylanan şeyleri yapmaya zorladım kendimi istesem de istemesem de. Böylece onaylanacak ve sevilecektim. Küçükken hep “ay ne akıllı uslu kız” derlerdi babannemin arkadaşları. Böylece bilinçaltıma yer eden “akıllı uslu kız olmalı, taşkınlıklar yapmamalıyım” mesajı üniversiteye kadar sürdü. Daha sonra üniversitede kabul görmek için “akıllı uslu kız olmak yerine rahat kız olmalısın” mesajı beynime zerk edildi bir şekilde. Bu kez de daha asi, rahat, vurdumduymaz tavırlar geliştirdim. Okulda tanıştığım ve sonra evleneceğim adamla işte bu kendini henüz bulamamış ruh hali içerisinde evlendim. O benim bir yüzümle evlenmişti, ama içimde başka yüzler , başka kalıplar, inanışlar, ruh halleri vardı. Ama ben ona sadece “tatlı, sevimli, anlayışlı, yemek pişiren, sevişmeyi seven, iyi anne, iyi evlat...” yüzümü gösteriyordum. Şimdi dönüp baktığımda bunların hiç biri ben değilmişim. Hep “mış” gibi yaşanan yıllar, hep “mış” gibi takılan maskeler. Hatırlıyorum da o yıllarda istediğim gibi bile giyinmiyor, konuşmuyor, fikrimi ifade etmiyor hatta sevişmiyordum. Tek istediğim onun beni beğenmesi ve onaylamasıydı. Hatta sadece onun değil tüm dünyanın beni beğenmesi ve onaylamasıydı derdim. 

Bu “mış” gibi durum beni çok sıkmaya ve bunaltmaya başlamıştı. İçimde öyle bir şey vardı ki, sanki kabuk değiştiren yılanın eski kabuğundan sıyrılması gibi, fırsat verilse o kabuktan çıkacak kendimi serbest bırakacaktım . Özgürlüğüm içinde bulunduğum mevcut durum içerisinde imkansız görünüyordu. Kurduğum düzen öylesine tıkır tıkır işliyordu ki, “ben artık bu Banu olmak istemiyorum, ben eş, anne, çalışan, evlat, o, bu, şu olmak istemiyorum, içimde çok farklı bişeyler var, onun çıkması için fırsat vermek istiyorum” desem insanlar aklımı oynattığımı sanabilirlerdi. Çünkü dışardan bakıldığından herşey çok güzel hatta mükemmel görünüyordu. Ve ben bu mükemmellikle, içimde dışarı çıkmak için çırpınıp duran, ruhumu bunaltan “Unab” arasında kafayı yemek üzereydim. Unab Banu’nun tam aksiydi. Hiç de mükemmel değildi, evcil değildi, tuhaf giyinmeyi seviyordu, akıllı uslu hiç değildi hatta anaç bile değildi. Öylesine asi ve sıradandı ki Banu onun ortaya çıkabilme ihtimalinden bile ürküyordu. Bu çelişkiler uzayıp gider, yıllar geçerken hayatımın olaylar ve kayıplar silsilesinin ilk ayağı olan sevdiğim adamın kaybıyla her şey bir anda alt üst oldu. Tam anlamıyla alt üst! Ben bir yandan yas süreciyle ve diğer kayıplarımla mücadele ederken bir yandan da suçluluk duygumla ciddi bir savaş halindeydim. Herşey benim suçumdu. Muhteşem giden herşeyi Unab bir şekilde bozmuştu. O sıkılıp bunaldığı, ortaya çıkmak için yalvardığı için bunlar başıma gelmişti. Tanrı beni cezalandırıyordu. Unab yakaladığı fırsattan kendine çıkış yolları arayadursun, Banu da gitgide kan kaybediyordu. Yıllarca oluşturmak için çabaladığı dış mükemmmelliği yavaş yavaş çatlaklar vermeye başlamış, Unab bu çatlaklardan kendine büyük delikler açmıştı. Kendime iyice öfkelenir olmuştum. En azından eski Banu, benim tarafından çok sevilip onaylanmasa da başkaları tarafından onaylanıyor ve seviliyordu. Bu Unab’ın ise onaylanacağı meçhuldü, hatta reddedilip dışlanacağına adım gibi emindim. 

Şu an tüm bu iç dünyamda yaşadığım karmaşaya baktığımda, ne başkaları için yaşayan Banu’yu ne de kendini ifade etmeye çalışan Unab’ı hiç sevmediğimi farkediyorum . Aslında beni sevmeyen, onaylamayan, takdir etmeyen sadece kendimdim. Ve tüm bunları benim adıma başkalarının, etrafımdaki  insanların yapmasını istiyordum. Fakat kendimi tanımadığımdan, başkalarını da tam olarak tanımıyor, onların nasıl bir Banu istediklerine kendi doğrularımca karar veriyor, o doğrulara da uyamadığım zaman kendimi ,  tarafımdan geliştirilmiş sevgisizlik, yargı ve aşağılama taktikleriyle cezalandırıyordum. Tüm bunları neden yapıyordum bilmiyorum, ama bu ceza işinde başarılı olduğum aşikardı. Hala seviliyordum. Çok geniş bir çevrem vardı.Hayatıma çok güzel insanlar giriyor, benimle vakit geçirmekten keyif alıyorlardı. Ama bu da bana yetmiyordu daha çok sevilmeli, daha çok onaylanmalıydım. Sanki sevgi kasem hala boştu, kalbim hiç sevilmemiş gibi ürkekti. Çok uzun süren mutsuzluk devreleri ve dışarıya hiç yansımayan gizli depresyonlarımın ardından eğildiğim ruhani çalışmalar neticesinde aslında onaylanma ve sevilme ihtiyacımın tek ve bir tek kişi tarafından karşılanabileceğini öğrendim. KENDİM!!! Ben kendimi hiç sevmiyor ve onaylamıyordum ki başkaları beni sevsin ve onaylasın. Ben kendimin hiç mi hiç farkında değildim ki, başkaları farketsin.Artan farkındalığım neticesinde kendime bakma çalışmalarımı sürdürdüm. Sonsuz huzur ve mutluluğun ilk adımı olan kendini sevme çalışmalarına ilk o dönemlerde başladım. Çalışma derken sanki kolay bir işmiş gibi düşünmeyin lütfen. Özsevgi çalışmaları ciddi emek ve özveri isteyen bir iştir. Zaman ve adanmışlık gerektirir. Ve maalesef ki, kanaatimce, bir ömür boyu sürer. Peki nedir bu kendini sevme meselesi Allah aşkına? Tenimize dokunup cicileyecek miyiz? Yoksa kollarımızı kendimize dolayarak aşkımızı ilan edip, hata yapınca başımızı mı sıvazlayacağız?
Tam olarak bu değil tabii ama çalışmalar içerisinde bu gibi yöntemler de kullanabiliriz elbet. Bence öncelikle kendimizi sevmek ne demek ona bir bakmalıyız. Kendimizi sevmek, tamamen olduğumuz gibi, her halimizle kendimizi kabul etmek, her halimizi yeterli bulmak, doğrumuzla yanlışımızla tüm duygu ve davranışlarımızı onaylamak, hatalarımıza kızsak bile affetmek, tüm dünyada başka bir aynımız daha olmadığının bilincinde olup varoluşumuzla onur duymak anlamına geliyor. Biraz karışık gibi görünse de kendini sevmek tamamen kendin olup bundan da utanç duymamak ve kendin olmaya müsaade etmekten başka bir şey değil aslında. Tamam da yöntem nedir diye sorabilirsiniz. Bence yol ve yöntemler kişilerin kendilerini nasıl hissettikleriyle alakalıdır. Burada açıklayacağım size hiç uymayan bir yöntem kendinizi iyi hissettirmek yerine kötü hissettirebilir. Temelde işin özünü kavrarsanız kendi yönteminizi kendiniz geliştirebilirsiniz, bulmuş olduğunuz o yöntem daha faydalı olacaktır. 

İlk çalışma olarak ayna çalışması yaptım ben örneğin. Yani elime bir ayna aldım ve tam gözlerimin içine baktım. Önceleri inanılmaz zorlandım. Gözlerin derinliklerinde ruhları görebilirsiniz biliyorsunuz. Kendi ruhumla karşılaşmak beni ürküttü biraz. Benim tarafımdan o kadar tenkit edilmiş, uyarılmış ve affedilmemişti ki, sevgiye muhtaç ufacık masum bir kız çocuğu gibiydi. Ona seni seviyorum demek beni fazlasıyla zorladı. Her sabah kalkıp aynaya bakıp “seni seviyor ve onaylıyorum Banu. Sen olduğun halinle tam ve mükemmelsin” diyordum. Yatmadan önce de yaptığım bu çalışmayla olumlamalarımı pekiştiriyordum. Sabah kalkınca ve uykuya dalmadan önce olması bilinçaltına gönderilen mesajların itiraz edilmeden kabul edilmesi içindir. Bilinçaltı aptaldır, verdiğiniz komutları kabul eder. Ancak gün içerisinde meşgul olduğundan kabul süreci gecikecektir. O nedenle uyku öncesi ve sonrası bu çalışmaları yapmak süreci kısaltır. Yapmış olduğum olumlama çalışmaları başka bir yazının konusu. Ancak öneminin altını yeterince çizebilmişimdir umarım. Yıllarca bilinçaltımıza ne kadar yetersiz, değersiz, aptal ve çirkin olduğumuz mesajını yüklediğimiz düşünülürse temizlenmesi de o kadar kolay olmayacaktır. Eski kayıtları silip yerine yeni tohumlar ekmek bir süreç gerektirir ve bunun içinde en önemlisi istikrar ve değişme arzusudur. 
Olumlama çalışmalarınızı yaparken bir yandan da bedeninize daha fazla özen gösterebilirsiniz mesela. Onu güzel yiyeceklerle besleyebilir, uykusuna özen gösterebilir, masaj yapabilir ve kötü kullanımınıza rağmen size vermiş olduğu maksimum hizmet için ona teşekkür edebilirsiniz. Her sabah örneğin ben, duştan sonra vücudumu kremliyorum ve kremlerken de her uzvuma sıra geldiğinde onlara teşekkür ediyorum. Mesela ayaklarımı ovalarken onlara “ bana katlandığınız, hiç yorulmadan yollar katettiğiniz ve dans etmemi sağladığınız için size teşekkür ederim” diyorum. Kulağa komik geliyor biliyorum ama ben gerçekten bunu yapıyorum ve yaparken de kendimi çok iyi hissediyorum.
Tüm bu çalışmaları gerçekleştirirken keşfettiğim en güzel çıkarım kendimle düşman değil dost olmam, kendime bir ebeveyn gibi davranmam gerektiğidir. Dostlar birbirlerini incitmemeye çalışırlar. Hükmetmez, aşağılamaz, kötülemezler. Destek olurlar, affedici olurlar, yargılamazlar. Eleştireceklerse de yapıcı ve kırıcı olmayan bir biçimde eleştirirler. Dertleri üzmek değil daha iyiye ilerletmektir.Ebeveynler keza çocuklarının sadece iyiliklerini isterler. Ne kadar hata yaparsa yapsın onları affeder, yeniden yollarına devam etmesi için teşvik ederler. Ruhen, bedenen ve zihnen çocuklarını beslerler, eksiklerini tamamlamaları için fırsat yaratırlar. Kısaca çocuklarının daha iyi bir versiyonunun yaratılmasına katkıda bulunmak için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar. İşte kendimize davranış biçimimiz de tamamen böyle olmalıdır. Ben az çok bu yolda ilerliyorum. Kendimde eleştirecek bir yan bulsam hemen şu soruyu yöneltiyorum. “Bunu yapan dostum olsa ona ne derdim?” Bu bakış açısı bana o kadar güzel bir yol açtı ki, artık kendimi sakinleştirmeyi, rahatlatmayı ve desteklemeyi çok daha iyi beceriyorum. 

Peki ben benim arkadaşım olsam bana nasıl davranırdım? Aptallıklarımı ve patavatsızlıklarımı gülerek dinlerdim mesela. Fazla kilolarımla dalga geçmek yerine diyete teşvik ederdim. Ayrılıkla biten aşk maceralarımı empatiyle dinler, eleştirmek yerine yargılamadan sarılır herşeyin yakında geçmişte kalacağını hatırlatırdım. Ve en önemlisi de ona sevdiğimi söyler ne olursa olsun benim için özel olduğunu belirterek onu rahatlatırdım. Yaşamımda tüm yol boyunca kendime eşlik edecek tek kişi yine ben olduğuma göre kendimle dost olmak hayrıma olacaktır. 


Kendimizle kurulacak yeni dostluklarımızın şerefine...

Sevgiyle
Image may contain: 1 person, outdoor, nature, water and closeup



























"Cennet bir yer değil bir bilinç durumudur". Öyle olmasaydı dün akşam, fiziksel cennette olmama rağmen, kişisel cennetimden kovulamazdım. Cehennemimden sadece bir fikir ötede olmak bazen çok ürkütücü geliyor. Sadece içime atacağım bir negatif fikir kurdu bile o bir adımı geçip, cehennemimin kapılarını aralıyor ne garip! Neyseki artık bilinçliyim. O fikir tohumunu atanın da dışarlarda bir yerlerde bir kişi ya da olay olmadığını çok iyi biliyorum. Eskiden cehennemimin kapısına sürüklendiğimde "o kişi"nin beni ittiğinden öylesine emin olurdum ki bir yandan içimdeki acılarla mücadele ederken bir yandan da bunun sorumlusuna kin kusardım. Bu durumda beni yöneten kendim değil diğerleri olurdu. O kadar ince bir ip üzerinde yürürdüm ki ufacık bir olay buhranıma neden olurdu. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu, tüm gücünü diğerlerine vermek demek. Onların yaptıklarına, yapmadıklarına, söyleyip, söylemediklerine bağımlı olmak demek. Şimdiyse durum farklı. Cehennemin kapısına kimin bu zavallı benliğimi bıraktığını biliyorum. Günün birinde arkama baktığımda zebanilerin yanına sırtımı iteleyenin kendi ellerim olduğunu gördüğümde çok şaşırmıştım. Duygularımın düşüncelerime bağlı olduğunu fark etmek özgürlüğümün başlangıcı olmuştu. Bu durumda benden başka hiç kimse o buhrana sürükleyen düşünceyi zihnime ekemezdi, sadece ben! Ben ektiysem ben sökebilirdim. Allahım ne buyük hürriyetti.
Bu sabah da dün ektiğim negatif düşünceyi sökmek üzere sabah 6'da yollara düştüm. Yürüdüm, yürüdüm. Sordum kendime "inandığım bu düşünce doğru mu?" "Kesin emin miyim?" Cevabım koca bir hayırdı. O zaman emin olmadığım bir şeye inanıp kendi canımı mı yakıyorum? Aynen öyle! İşte farkındalık budur ve bu nedenle özgürlüktür. Farkında olmak değiştirme gücünü de beraberinde getirir. "İnançlar sadece bir düşüncedir ve düşünceler değiştirilebilir" der Louise Hay. Ben de doğruluğundan bile emin olmadığım bu inancımı değiştirmeye niyet ettim. Denizin kucağında bir kuytuda uyuya kalmışım. Uyandığımda yeniden cennetteydim. Eve dönüş yolunda saçımda bir çiçek aklımda Mevlananın bir sözü vardı:
"Kardeşim sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan et ve kemiksin
Gül düşünürsün , gülistan olursun
Diken düşünür dikenlik olursun"#dusunceler

ÖYLE BİR NOKTA

Image may contain: one or more people, sunglasses, drink and closeup
Öyle bir noktaya geldiniz ki hayatınızda, artık devam edemeyecekmiş gibi, köşeye sıkışmış, bunalmış gibi hissediyorsunuz. Yaptığınız herşey "mış" gibi sanki. Herşey anlamını yitirmiş gibi. Eskiden yaptığınız ve keyif aldığınız şeyleri yeniden yeniden yapıyorsunuz aynı keyfi almak için, ancak bu kez hiç de keyif almadığınızı fark ediyorsunuz hayretle. Belki içki içiyor partiliyorsunuz ancak sabaha tam bir fiyasko. Eminsiniz ki küçük bir böcek bile sizden daha iyi hissediyordur. Bu da sizi çok daha büyük bir bunalıma sürüklüyor ve cevabı çok ürküten bir soruyu akla getiriyor. "Acaba artık hiç coşku ve yaşama sevinci hissedemeyecek miyim? Bazen öyle zamanlar oluyor ki eskiden yanında huzur bulduğunuz insanların yamacında külliyen yabancı gibi hissediyorsunuz. Bu da başka korkunç bir soruyu akla getiriyor. "Artık hiç kimseyi sevmiyor muyum? Herşey yalan mıymış? Bundan sonra hep yalnız mı kalacağım?"
Nereden mi biliyorum hissettiklerinizi? Biliyorum çünkü ben tam olarak böyle hissediyordum ve bu eğitimleri verdikçe hiç de yalnız olmadığımı görüyorum.
Öyle bir noktaya gelmiştim ki bitse de gitsek modundaydım sanki hayatım bir filmmiş, ben de onun baş kahramanıymışım gibi...Yalnız bir sıkıntı vardı; başkahraman olarak başıma hep birşeyler geliyordu ancak ben buna karşın hiçbir şey yapamıyordum. Hani filmlerde baş kahramanlar hep kontrolü eline alıp yeni bir hayata başlarlar ya benimkinde öyle olmuyordu, çünkü oturup bir elin elimi tutmasını, beni bu zalim hayattan çekip çıkarmasını bekliyordum. Sonra bir hamama gider yıkanır artık temiz ve sevgi dolu hayatıma başlardım Türk filmlerindeki gibi:))
Lakin benim hayatımın filminde böyle olmadı ve olmayacağı da açıktı. Kendi hayatımı dönüştürmek zorundaydım ve bunu BEN yapmalıydım. Niyeti koymuştum hayatımı iyileştirecek, mevcut durumu değiştirecektim. Niyeti koymam bile gerekli kapıları önüme sunmaya başladı bile. Önce bilmediğim boyutları keşfetmemi sağlayan, bilincimi açan alanlarla tanıştım, sonra da Heal Your Life'la. O ara işimi ve bir çok eski alışkanlığımı geride bıraktım. Nelere tutunduğumu neleri bırakmam gerektiğini fark ettim. Hep söylerim farkındalık her şeydir. Düşünsenize neyi değiştirmeniz, neyi bırakmanız gerektiğini bilmiyorsunuz, nasıl ve neyi dönüştürebilirsiniz ki? İşte Hayatınızı İyileştirin" böyle bir eğitim. Hem neyi bırakmanız ve dönüştürmeniz gerektiğini fark ettiriyor hem de temizleyip, farklı bir yola gitmeniz için anahtarlar sunuyor. Siz de filminizin başkahramanı olarak yeni bir senaryo yazılmasına katkıda bulunmak, gücünüzü yeniden elinize almak için eğitimlere bekliyorum.

TİTREŞİMİNİZ KADERİNİZİ BELİRLER

Titreşiminiz kaderinizi belirler. Hangi frekansdan titreşiyorsanız o frekansa uygun kişi ve olayları hayatınıza çekersiniz. Düşünceler duygularınızı yaratır. Öfke, kıskançlık, korku, sabırsızlık gibi duygular titreşim frekansınızı düşürür ve gün içerisinde başınıza neden onca rahatsızlık verici olayla karşılaştığınızı anlamazsınız. Sabah uyanır uyanmaz neler düşünüyorum neler hissediyorum diye bir bakın. Zihninizin içinden neler geçiyor.
'' Her şey enerjidir ve her şey yalnızca bundan ibarettir. Sahip olmayı istediğiniz gerçekliğin frekansına uyumlandığınızda artık yapacak bir şey yoktur. O gerçeklik size ait olur. Bundan başka bir yol yoktur. Bu felsefe değildir. Bu fiziktir. '' diyor Einstein.
Yani bu ne demek? Şu demek: "Sabah güne yine mi iş, yine mi okul?" diye başladıysanız, karınıza, çocuğunuza, ebeveynlerinize öfkelenip kapıları tekmeleyip evden çıktıysanız, yaratacağınız enerji öfke enerjisidir. Bu durumda bankadaki nazik olmayan memur, sizi sürekli hırpalayan patronunuz, habire azarlayan öğretmeniniz arasında bağ kurmazsınız ama kursanız iyi olur. "Benzer benzeri çeker, içiniz dışınızın yansımasıdır " diye boşuna yırtınmıyor kuantumcular, spiritüeller. İçinizde öfke taşırken dışarıdan nasıl nezaket beklersiniz?
Ha "içimi nasıl temizleyip dışıma nispeten güzellikler nasıl yaratırım?" diye sorarsanız o başka bir yazının konusu derim. Hem iç arınma bir yoldur bir varış noktası değil. Ancak temizlendikçe dış dünyanızın eskiden tanımladığınız tehditkar, korku dolu bir yerden ziyade ne kadar dost canlısı ve sevgi dolu bir yer olduğunu gördükçe çok şaşırırsınız. Sizin içiniz temizlendikçe dışarısı da temizlenecek ne harika değil mi? Biliyorum bıktınız bu söylemlerden, "ben iyiyim, iyi kalpliyim, onurluyum ve dürüstüm ama hala başıma kötü şeyler geliyor" diyebilirsiniz. Bırakın Allah aşkınıza kendinize azıcık dürüst olsanız içinizdeki pisliğe bakma cesaretiniz olsa korkunç bir duygu ve düşünce çöplüğüyle karşılaşırdınız. Bu sizi korkutmasın herşey kabulle başlar. İçinize bakıp temizlemek sizin sorumluluğunuz kusura bakmayın. Zira başkaları görmesin diye öyle çok maske taktınız ki kimse o maskeleri delip geçip size yardım edemez...
Düşüncelerinize hakim olamıyor olabilirsiniz. 40 yıldır meditasyon yapanlar bile zorlanıyor. Ancak meditasyon odaklanma sağlar, ne düşündüğünüzü fark etmenizi sağlar. Düşünürken yakalayıp değiştirmenizi, içinizde sessiz alanlar oluşturmanızı sağlar. Sessiz alanlar yaratıp arındıkça titreşiminiz artar, sevgi frekansınızı yükseltir. Bu durumda dış dünyanız sevgi dolu olur. Her ruhun tekamül süresince gitmesi gerken yol budur. Boşuna gelmedik bu fiziksel evrene. Sadece hayatta kalmaya, yiyip, içip, yatmaya da gelmedik. Yaradanın yansımaları olarak bize verilmiş yetenekleri kullanmaya, kendi gerçekliğimizi en güzel şekilde yaratmaya, kendimizin en mükemmel versiyonunu oluşturmaya geldik. Kimseyle kıyaslamadan kendi biricikliğimizi fark etmeye geldik. Tüm gezegendeki milyarlarca insandan bir tane daha bizim aynımızdan yok!!! Muhteşemliği fark ediyor musunuz? Bırakın miskinliği Allah aşkınıza. Alın size titreşiminizi yükseltecek harika bir video. Günaydın bu arada;)

( Fotoğraf İnternetten Alıntıdır)

EVİMİZDEKİ NEGATİF ENERJİYİ TEMİZLEYELİM




Birçoğumuz evlerimizde veya işyerimizde negatif enerjiden etkileniyoruz. Bu tür problemlerde işe yarayacak bazı yararlı teknikler:
1) Evlerimizde veya çevremizdeki insanlar, örneğin: sigara içenler, uyuşturucu, hap kullananlar, alkol bağımlıları, yüksek derecede duygusal enerji yoğunluğu olanlar veya kaotik cinsel enerji kullananlar:
a) Etrafımızdaki negatif olan aile üyeleri,
b) Negatif olan iş arkadaşları,
c) Negatif olan işimiz veya uğraşımız – yüksek baskı olan işyerleri,
d) Yüksek derecede duygusal kin, düşmanlık olan yerlerde çalışmak; örneğin itfaiye, polis teşkilatı, tıp departmanı, huzur evi, hapishane, hatta yüksek okul. Para ile ilişkili olan işyerleri veya korkuların, üzüntülerin, acıların, ıstırap çeken bireylerin, aşırı öfkenin olduğu yerler.
Temizleme teknikleri kullansak bile, bu enerjiyi her gün evimize getiriyoruz. Bu tür enerji elbiselerimize, deri eşyalarımıza, takılarımıza, saçımıza yapışabilir.
Toplumumuzda, kutsal mekanlarımızda, mağazalarda, marketlerde, okulda olan bitenleri ve iş kayıpları, iş yerlerinin kapanması, suç, yoksulluk gibi çevreyi etkileyebilen şeyleri bilme gereksinimi var. Bu durumlar sahip olduğumuz şeylere veya kim olduğumuza yerleştirilebilen birçok yansıtmalar yaratabilir. Kıskanç olan bireyler var mı? Kendi işinize mi sahipsiniz ve yönettiğiniz çok insan var mı? Başka insanların yansıtmaları enerjiye sahiptir. Bu enerji evimizi veya içinde yaşadığımız alanı etkileyebilir.
Ayrıca evinize yakın olabilen elektrik hatlarına, trafolara veya diğer yüksek enerji iletkenlerine bakın. Bu tür enerjiyi taşıyabilecek dereler veya mezarlıklar var mı? Uçakların başınızın üzerinden uçtuğu bir hava alanı var mı? Büyük şehirler yoğun nüfustan uzakta olan bölgelerden daha fazla zorlayıcı olur.
Evimizdeki enerji hangi türde olursa olsun bize çekilir. Örneğin, evde çoğu zaman bir sürü cinsel düşünceleri olan bir genç varsa, onun odası başka mekanlara bindirilebilen/örtüşebilen enerji taşıyabilir. Onun okulunun, sınıf arkadaşlarının veya arkadaşlarının enerjisi de kendi mekanının dışında zarar veriyor olabilir. Eski enerji kalıpları evde, apartmanda veya çevrede yaşayan herkesi etkileyebilir.
Hasta olan veya iyi hissetmeyen ve bizimle yaşayan insanlar da evimizin enerjisini etkiler. İklimin, tatillerin, dolunayın, okula geri dönmenin, negatif veya korkutucu televizyon yayınlarının enerjisi – hepsi bizi etkileyebilir.
Evimizde enerjiyi tutabilen eşyalar ve alanlar vardır – mobilyalar (eski ve antik ya da bize başkalarının verdiği mobilyalar), fotoğraflar veya hatta resimler; eski plakları, eski kitapları, kullanılmayan eşyaları koyduğumuz temizlenmesi gereken alanlar; eski yastıklar, yatak takımları, eski minderler. Tüm bu eşyalar ve alanlar temizleyerek ve eşyaların yerini değiştirerek, dağınıklığı toparlayarak kolayca arındırılabilir. Eğer evde bir birey veya hayvan öldüyse, onun yatak takımını ya iyice yıkayın ya da atın. Kuş tüyü yastıklar ve yatak takımları özellikle enerji taşıyabilir – ebediyen.
Anlaşabileceğimiz bir şey: Eğer kendimizi, evimizi, iş yerimizi temizlersek ve etrafımızdaki dinamiklerin farkında olursak, etrafımızdaki enerji değişebilir ve evlerimizde birikmez. Yaşadığımız mekanlarda enerji akışını sürdürmek isteriz. Enerji ne kadar eski ise veya enerji ne kadar ‘yapışık’ ise, etkilenmemiz o kadar kolay olur.
Evlerimizde ve işyerlerimizdeki alanları temizlemenin birçok yolu vardır:
1) Kilimleri, halıları yıkayın ve mobilyaları, kumaşları ve perdeleri iyice temizleyin.
2) Duvarları boyamak enerjiyi temizlemek için etkilidir.
3) Mobilyaları aynı odada başka yerlere taşıyın (bir iki santim bile fark ettirir),
4) Pencere eşiklerine küçük olsa bile aynalar yerleştirilebilir,
5) Dağınık, karışık olan veya son bir yılda temizlenmemiş olan alanları temizlemek,
6) Her ay kristalleri ve taşları temizleyin – işyerinizdeki kristalleri her hafta temizleyin.
7) Bitkiler ve canlı olan şeyleriniz olsun – bunlar alandaki enerjiyi dengelemeye yardım eder.
8) Taktığınız takıları her gün temizleyin, gözlüklerinizi de temizleyin.
9) Size iyi hissettirmeyen takıları takmayın, örneğin, temizlemeden annenizin yüzüğünü takmayın.
10) Müzik sesi ve titreşimi enerjiyi hareket ettirmek için yardımcı olur.
11) Feng Shui teknikleri kullanmak da iyidir.
12)Reiki teknikleri kullanarak temizleyebilirsiniz
Eğer bir ilişkiniz olduysa veya mekanınızı paylaştığınız biri olduysa ve bu ilişki sona erdiyse:
1) Yatak odasındaki mobilyaların yerlerini değiştirin.
2) Yatak takımlarını değiştirin veya temizleyin; yastıkları değiştirin veya yerini değiştirin.
3) Duvarlara veya pencere eşiklerine aynalar koyun.
4) En azından duvarın birini boyayın.
Bu basit bilgileri kullanarak, eğer mekanınızı paylaşan kişi hala sizi düşünüyor veya sizinle ilgili fanteziler kuruyorsa, yatak odanız onların yansıtmalarından etkilenmez. Bu küçük değişiklikler eski enerjiyi özgürleştirebilir. Bu nedenle herhangi bir yansıtma taşıyamazlar. Aynı adımlar evdeki diğer odalara da uygulanabilir.
Eğer bir apartmanda yaşıyorsak ve alt katta ve yan dairelerde yaşayan insanlar varsa, 30 cm x 30 cm’lik bir ayna kullanmak faydalı olur. Ayna duvara doğru baksın, belki daireler arasındaki duvardaki şifoniyerin/rafların arkasına veya diğer mobilyaların arkasına konulabilir. Yatağın altına da bir ayna konulabilir, ayna aşağı bakar şekilde. Ayna yoksa, alüminyum veya yansıtıcı yüzeyi olan herhangi bir şey de kullanılabilir. Enerjiyi veya yansıtmaları yansıtan herhangi bir şey, onları kaynağına veya uzağa geri gönderir. Evimizdeki mekanları temizlerken, sadece duvarlara kadar gitmeliyiz. Kendi dairemizin duvarlarının ötesine gitmek, kendi mekanımızın dışına çıkmak başka birilerinin mekanını işgal etmek olur.
Güvenli olan bir yere sahip olmak çok önemlidir – hiçbir şeyin ellenmeyeceği ve hiç kimsenin izniniz olmadan giremeyeceği size ait olan bir yer. Bu yer kendiniz ile koşulsuz olarak olabileceğiniz ve dinlenebileceğiniz bir yerdir.
Hatırlayın, evimizde olup bitenler bizi etkiler. Enerjinin bizi nasıl etkilediğini izlemek çok önemlidir. Stres seviyelerini kontrol etmeyi öğrenin, çünkü bu negatif enerjinin işgal edebileceği yerdir. Gerçekten iyi olmayan – örneğin alkol, uyuşturucu, sigara – şeyleri kullanırken her zaman ölçülü olun. Bunlar araçtır, yardımcı değil. Yaptığınız şeylerden tamamen keyif alın, herhangi bir şeyi aşırı yapmaya gerek yok. Kendinize kızmadan veya yargılamadan kötü alışkanlıkları dengelemenin başka yollarını arayın. Bağımlılık yaratan enerji insanlara ve olaylara uzanır – geçmişimizi temsil eden ve yoğun duyguya neden olan herhangi bir şey.
Duygularınızı aynı seviyede – ne yüksek ne de düşük – tutmak için elinizden geleni yapın.
Bizi yargılayan insanlar, bizi enerjisel olarak kendi fikirlerinde veya korkularında tutmaya çalışır. Yüksek strese neden olan ilişkilerin değiştirilmesi gerekebilir. Eğer biriyle ilgili kötü hissediyorsak, o ilişkiyi değiştirmeyi düşünmeliyiz. İnkar etmek sadece daha fazla probleme neden olur.
Bize zarar vermemesi için dışsal enerjiyi değiştirdikten sonra, duygusal enerjiyle çalışabiliriz.
* Ken Page
VEYA kısaca Negatif Enerjiyi Temizlemek için 7 Yöntem
Geçmişte insanlar için en değerli ve kutsal yerlerden biride evleriydi. Biz evimize saygılı insanlarız. Eve ayakkabılarımızla girmez ve evde ayakkabılar ile dolaşmayız. Hijyen konusuna önem veririz. Evimizi ve eşyalarımızı temiz tutarız ve düzenli yaşarız. Fakat evimizde dolaşan pozitif ve negatif enerjiler vardır. Evimize pozitif enerjiyi getirebilmek için bu yöntemleri uygulamamız gerekir.
1- Sabahları mutlaka evinizi havalandırın. Bunu yaparken evinizde temiz ve huzurlu havanın dolaştığını ve negatif enerjinin dışarı çıktığını imajine edin.
2- Bir kaç dal ada çayını toprak veya cam bir kasede yakabilir ve evinizde bu hafif kokuyu dolaştırabilirsiniz. Ada çayının o huzurlu kokusu evinize dolsun.
3- Pozitif enerji için (yatılan odalar hariç) evinizde bitki yetiştirebilirsiniz. Aloe vera ve kaktüs negatif enerjiyi çeker ve evinize pozitif bir enerji verir. Ayrıca Aloe vera şans getiren bir bitkidir.
4- Himalaya tuz lambası aydınlatma olduğu kadar havayı temizlemesi ve iyot dengelemesi ile bilinir. Bu tuz lambası evinize pozitif enerji verir.
5- Evinizi sirkeli su ile silin. Haftada bir az bir sirkeli su ile evinizi ve yerlerinizi mutlaka silin. Büyüklerimizin çok uyguladığı bir yöntemdir.
6- Lavanta, gül veya sandal odunu yağı kullanarak evinizin kokusunu güzelleştirin. Bu kokular pozitif enerji verecektir.
7- Evinizdeki en büyük negatif enerji kaynağı düşüncelerimizdir. Eğer düşüncelerimizi pozitife çekersek ve pozitif enerji yayarsak her şey pozitif olur. Pozitif düşünmek ve pozitif yaşamak sağlığımıza iyi gelir.şmalar yılda en az bir defa tekrar edilmelidir

(Fotoğraf internetten alıntıdır)

RUHSAL GELİŞİMDE BESLENME

Ruhsal gelişimin bir de beslenme ayağı var biliyorsunuz. Tüm din ve öğretiler boşuna "oruç" tutturmuyor. Ruh, zihin, beden bir bütünse, arınmış, iyi, sağlıklı ve temiz beslenen bir beden, iyi ve sağlıklı bir ruh ve zihin demektir. Benim bu ayağın önemini kavramam biraz vaktimi aldı. Enerjimi yüksek tuttukça, istediğimi yiyip içerim diye düşünüyordum. Oysa bedenime aldığım toksinler, zihnimi de etkiliyor, enerjimi, titreşim frekansımı aşağı çekiyormuş. Bir yandan geçmişi bir kenara bırakıp, affedip, arınırken, bir yandan yediğim sahte ürünler, içtiğim alkol ve kahvelerle bedenimi zehirliyormuşum. Bu durumda bütünsel yaklaşımla bakarsak, arınmalarımın bir ayağı hep eksik kalıyormuş, üç ayaklı masa gibi... Üç ayakla dengede durmak mümkün mü?
Hem baksanıza bilim adamları çok ilginç bir şey keşfetti. Barsaklara ikinci beyin diyorlar. Oy oy oy bir düşünsenize. Birinci beynimi geçmişteki pişmanlıklarım, hatalarım, bana yapılan unutamadığım acılar ve öfkelerle doldururken, zavallı ikinci beynimi de paketteki içinde ne olduğu belli olmayan yiyecekler, şeker ve diğer toksik maddelerle dolduruyormuşum. Geçen bir yazı okumuştum. Topraktan çıkan şeyleri tüketin diyordu. Evet ya toprakta yetişiyor, herhangi bir işlemden geçmiyor, canlı, içinde saf yaşam enerjisi var, ne muhteşem! Organik olmayan tarım, hormonlar ve tarım ilaçları konusuna girmeyeceğim çünkü o kadar düşündükçe kafayı oynatır insan. Şu an mevcut durumumuzda, maksimumda güzel bedenimizi hak ettiği biçimde nasıl besleyebilirize bakmalıyız kanımca.
Düşünsenize bedenimiz sindirime ne kadar çok enerji harcıyor. Sindirmekte zorlandığı besinlerle doldurdukça bizim günlük yaşam enerjimizin çoğu hooop oraya gidiyor. Tüm din ve öğretiler boşuna yırtınmıyor az ye, öz ye, güzel ye, alkol alma, oruç tut diye.
Arkadaşım Deniz Ünver harika bir marka yarattı Coldfusion Drinks diye. Tam da bu konuda uzmanlaşmış bulunuyor. Bir göz atsanıza;)