24 Şubat 2017 Cuma

YAŞAM DERSLERİ

Yaşam dersleri almak için Hindistan'da aşrama kapanmana gerek yoktur. Bazen basit ev hallerin bile aydınlanmanı, senin realitenin ötesindeki gerçekleri fark etmeni sağlar. 
Misal; mor battaniyenin altından çay koymak için ayağa kalkıp, salonda anlamsızca duran tuzluğu eline alır, su ısıtıcısına suyu koyarsın fakat dönüş yolunda, çalışırken aniden duran 15 yıllık emektar çamaşır makinesinin çalıştırma düğmesine bininci kez basarsın. Geçerken kızının odasına uğrayıp tuzluğu onun masasına bırakır, banyoda nedensiz yere saçını düzeltirsin. Yolda karanlığı dost bilerek oyun olsun diye pusu kuran kediyi ıslak mama vermemekle tehdit edip kıçına bir şaplak atar, ışığı yakmak yerine, patinaj yaptırmayı seven koridordaki ufak kırmızı halıyla cebelleşip, bazen bir orkestradan bile güçlü ses çıkaran buzdolabından küçük soğuk yeşil soda şişesini alarak neşeyle yerine oturursun! 
Hayat çoğu zaman farklı bir niyetle harekete geçmene rağmen ilk amacından çok uzak şeyleri deneyimlemeni sağlar. Çay içecekken sodayla yerine oturduğunda, çamaşırları buzdolabına yerleştirmediğine şükredersin. Kızının masasına bıraktığın tuzluk şimdi olmasa bile bir gün mutlaka işe yarayacaktır. İşte bunlar hep aydınlanma
Mor Battaniye Altı Zihin İçi Sohbetleri Şubat 2017

2 Ocak 2017 Pazartesi

BİLİNÇLİ OLARAK KEYFİ VE KENDİNİ YÜKSELTMEYİ SEÇMEK

BİLİNÇLİ OLARAK KENDİNİ YÜKSELTMEYİ KEYİFLİ OLMAYI SEÇMEK 

Sakin sakin uyanmıştım. Ay yok anacım resmen bir o yandan bir bu yandan dürtüldüm ve maalesef öfkeye yenildim. 

Genelde ne oluyor diye bir durup bakarım fakat bakmaya pek fırsatım olmadı gün içerisinde. Bakmaya fırsatım olmayıp görmezden gelince de kötü giden şeylerin habercisi olan mide asidim arttı da arttı. Yıllar içerisinde bir köpek gibi eğittim kendisini:) Bir şey yolunda gitmiyorsa ve ben görmezden gelmeyi seçiyorsam hemen sinyallerini gönderir. Burada midemin nasıl bir yöntemle beni dürttüğünü anlatarak ağız tadınızı bozmak istemiyorum lakin öyle ciddi bir dürtme şekli var ki keratanın, görmezden geldiğim neyse gözüme soku soku verir ve ben mecbur o noktaya bakarım.

Eskiden de bol bol rahatsızlık verirdi fakat ben nedenini anlamaz, yediklerime bağlar, habire yiyip yiyemeyeceğim yemekler konusunda muhakeme yapardım. Neyse ki şimdi onun dilinden anlıyorum. "Banu" "hı efendim?" "ben ekşiyorum, sana ciddi rahatsızlık veriyorum, nefes alamaz oluyorsun farkındasın değil mi? "evet fena halde farkındayım!" O zaman neye öfkelendin ya da üzüldün bir bakıver!" "tamam mesaj alındı patron"

Uzun süredir bu kadar kendini göstermemişti. Yalnız kalınca olanları bir bir gözden geçirdim. "Gerçekten olan neydi?" diye sordum kendime "ben neye bu kadar çok öfkelendim?"

Olayı kısaca özetleyim. Bir konuşma sırasında sosyal medyada doğruluğu kanıtlanmamış haberlerin paylaşılmasının öfkeyi ve kutuplaşmayı arttırdığı fikrini öne sürdüğümde, islamcı kafaya (öyle tanımladılar) tepkimi göstermediğim ve hayal aleminde yaşadığım gerekçesiyle bir kaç kişinin sözlü saldırısına uğradım. Cevap yazmak istedim ancak yanlış anlaşılacağımdan emin olduğumdan yazmadım, birkaç toparlayıcı cümle yazdım fakat tam istediğim şeyi dışarı çıkaramadığımdan geldi mideme oturdu bahsettiğim üzere. Sakin bir an bulunca "bana neler oldu? diye sorunca içime ( her şeyi bilen yanıma) cevap şöyle geldi: Kendi gerçegini ifade edemedin, alttan almak zorunda kaldın, ezik olmak seni rahatsız etti. Haydaaa!!! Altı üstü ufak bir olaydı altında buz dağı varmış meğer. 

Yazdıklarıma bakmak için telefonu elime bir kez daha aldım, baktım hakkaten fikirlerimi yazmaktan korkmuş muyum, ezik mi kalmışım diye? Yoo gayet de güzel bir dille anlatmışım derdimi. Demek ki bu yine çocukluğumda bir yerlere dayanıyor. Hoop birden zaman tünelinde çocukluğuma gittim. Babannem benim için "vur kafasına al ekmeğini" diyor. "Bu hakkını savunamaz" diyor. Bir yandan da beni aşırı "hanımefendi!" yetiştiriyor ve ben "hanımefendi!" kişiliğimle aldığım onay ve övgüleri kaybetmemek adına hep alttan alıyor, cici kızı oynuyor, kendi gerçeğimi ifade etmiyorum. Babanneme, en çok da kendime kızgınım. Bu durumu hatırlatacak her şey beni öfkelediriyor. Hala "ezik değilim ben içimi bir görseniz" diye haykıran hanımefendi maskesi takmış zavallı bir çocuğum ben.

Sebebi bulunca midem aniden sinyal göndermeyi kesiverdi. Hemen kısa bir enerjetik salıverme çalışması yaptım ( bir sonraki yazıda paylaşacağım). Sıra kendimi yükseltmeye gelmişti. Tüm gün ara ara hissettiğim öfke beni yormuştu. Bir de eve gelince kızımın ders çalışmamaktaki ısrarına aşırı yüksek bir tepki vermiştim ki bu enerjimi iyice düşürmüştü. 

Sonra bilinçli bir seçim yaptım. Mutluluk seçimi! Kızıma nasıl çalışılacağı konusunda triklerim olduğunu, isterse bu triklerden bir kaçını ona gösterebileceğimi söyledim. Seve seve kabul etti. Sonra o yanıma gelene kadar sofrayı donattım. Gerçek anlamda donatmak şaka değil!:) 

Fırına bir yemek attım ve yılbaşından kalan bir sürü meze vardı hepsini masaya koydum. Sonra sevinçle baktım ne güzel yemeklerimiz var diye. Kızımı düşündüm sonra, evet ders notları düşmüştü ve fakat sağlıklı ve neşeliydi. İleride çok sevdiği mesleğini icra ederken bunlara gülüp geçecektik. Şimdi onunla bu harika sofraya oturacak sohbet ede ede yemeğimizi yiyecektik. Daha büyük bir huzur olabilir miydi? Bir an zihnime ülkenin durumu ve yaşanan olaylar geldi. Tam yine umutsuzluğa kapılacakken "dur bakalım, yarın ola hayrola. Bunlar dünyadaki büyük dönüşümden önceki kaos, bu da geçecek ve biz insanoğlu gerçekten sevmeyi, paylaşmayı ve hoşgörüyü eninde sonunda öğreneceğiz. Yaratanın bir bildiği var belli ki" diye aklımdan geçirdim. Bunu düşünmek de beni umutsuzluk çukurundan çıkardı.

"Efendim Polyannacılık mı oynuyorum?" Durun bir bakalım hakkaten öyle mi? 

Kızımın notlarının kötülemiş olması bir gerçek. Sağlıklı, neşeli bir çocuk olması ve istediği her an notlarını yükseltebilecek kapasitede olması da bir gerçek ama!

Ülkenin durumunun kaotik ve acılı olması, kötüye gitmesi bir gerçek. Dünya tarihindeki değişim ve dönüşümlerin hep yıkımların ve kaosun ardından gelmesi de bir gerçek ama!

Bu durumda ben yalanlara mı inanıyorum? Yoo gayet bilinçli olarak kendimi yükseltecek ve keyif verecek fikirleri zihnime ekiyorum. Peki bunu neden yapıyorum? Çünkü sırrı biliyorum. Sır şu: Zihnine hangi düşünceyi ekersen o senin gerçekliğin olur!

Bilinçli olarak huzuru, keyfi, neşeyi ve coşkuyu seçtiğiniz bir akşam diliyorum size de. Kendinizi bildiniz bileli tam tersini yaptınız ve size "kalıcı mutsuzluk"tan başka bir şey getirmedi. Bu kez de farklı bir şey yapın. Sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemek delilik biliyorsunuz. Hadi kalın sağlıcakla...☺️

30 Aralık 2016 Cuma

Hani yeni bir yıla gireceğiz, hani yepyeni umutlarla hayatımızın dönüşmesini istiyoruz ya, dönüşümün gerçekleşmemesinin en önemli sebebi KORKULARIMIZ ve KIRGINLIKLARIMIZ, ÖFKELERİMİZ VE AFFEDEMEMEZLİKLERİMİZ. Bugünkü konumuz affetmek!

Belki de ilişkilendiremediniz, affedememezlikleriniz önünüzü nasıl tıkayabilir ki? 

Şöyle tıkayabilir: Kendinizi bir pil gibi düşünün. İçinizde bir enerji kapasitesi var. Ve gün içerisinde koşturuyorsunuz, oraya buraya saçıyorsunuz enerjinizi malum. Günlük olaylar yetmiyormuş gibi bir de düşünceleriniz var. Onlar da emiyor enerjinizi. Özellikle negatif olanlar!

Anneninizin, babanızın, ağabeyinizin/ablanızın özellikle siz küçükken size çektirdiklerini, dostlarınızın atttıkları kazıkları, eski sevgililerinizin/eşinizin yaptıklarını bir türlü unutamıyorsunız. Hatırladıkça tüyleriniz diken diken oluyor, öfkeleniyorsunuz, hatta yapmaya devam bile ediyorlar ve siz daha da kuduruyorsunuz ve hatırladıkça enerjiniz biraz daha biraz daha emiliyor. 

Gördüğünüz gibi bu enerji vakumu altında ne ilham verici düşüncelere ne de bu ilham verici düşünceleri hayata geçirecek enerjiye yer var hayatınizda. Bu karmaşa da az biraz enerji bulursanız sosyalleşip kendinizi mutlu edersiniz ama ona bile gücünüz yok. Eve gelip kendinizi yatağa atmak tek çözüm gibi.

Şimdi görüyor musunuz affedememezliğin size ne yaptığını? Tüm algınızı geçmişte tutuyor, nerde yeni fikirler, çözümler aklınıza gelecek. 

Bakın şunu unutmayın; bu fiziksel evrene gelirken sizi üzecek ruhlarla anlaşmalar yaptınız size bunları yapsın ki tekamül edesiniz! Yani ortada affedecek bir şey bile yok. 

Hepimiz az çok kullanırız "dünya okulu", "test yeri", "oyun alanı" laflarını dünya düzenini tarif etmek için. E bu test yerinde başka türlü nasıl sınavlarımızı geçeceğiz. Mecbur bazıları bize bir şeyler yapacak. İşte bunlara dürtücü oyuncular diyoruz. Bu oyuncular genelde çok yakınımızdaki insanlar. Çünkü en çok onlar bizim canımızı acıtabilir. Yoksa sokaktan geçen birinin yaptığına o an sinirlenir sonra unutur gideriz. Hatta bizi üzen bazılarını terk ederiz, sevgililerimizi/eşlerimizi örneğin, fakat o gider onun yerini alacak bir diğeri muhakkak gelir. 

Nasıl mı oluyor sistem? Diyelim ki siz bu hayatınızda değerli olduğunuzu fark etmeye geldiniz. Belki diğer yaşamlarınızda bu konuda karmik bağlar oluşturdunuz onu düzeltmeye için buradasınız. Sebebi her ne olursa olsun, dünya planına gelmeden önce, bu değersizlik duygusunu size yaşatacak oyuncular seçersiniz. Örneğin size hiç kıymet vermeyen anneniz gibi. Ne zaman ki "anneme rağmen ben çok değerliyim" dersiniz bu dersi almış olursunuz ve bir daha annenizin size böyle davranmasına gerek yoktur ve ilişkiniz dönüşür. Tekamül ve dünya dersleri konusuna girmeyeceğim zira çok uzun. Sadece bir fikir vermesi açısından üzerinden geçmek istedim. Sadece hayatımızdaki her ruhun görevli ve oyuncu olduğunu bilin ve bazı oyuncuları istesek de asla değiştiremeyeceğimizi!

İşte  bugün hayatımızdaki en önemli oyuncularımızdan birini annemizi affedeceğiz. 

Önce annenizin bir fotoğrafını elinize alın. Gözlerinin içine bakıp ruhunu görmeye çalışın. Sonra kapatın gözlerinizi. 4 saniyede alıp 4 saniyede verin nefesinizi. İyice rahatlayınca annenizi gözünüzün önüne getirin. Size yaptıklarını bir bir hatırlayın, o korkunç duygulara girin ve ona içinizi kusun hayalinizde. Kustuklarınız bitince onun da size söyleyeceklerini dinleyin. Bazen çok ilginç şeyler söylüyorlar. Bitince ellerini tutun gözlerinin içine bakıp "anne seni affediyorum, bana yaptıklarına izin verdiğim için ve seni üzdüğüm için kendimi de affediyorum böylece seni ve kendimi özgür bırakıyorum" deyin. "Affediyorum" diyemiyorsanız "affetmeye niyet ediyorum" deyin. Sonra aranızda gümüş bir kordon bağı olduğunu fark edin. Bu bağ aranızdaki karmik bağ, sevgi bağı değil! Yerde duran altın bir makasla aranızdaki bağı kesin, göbeklerinizden sarkan parçayı da kesin ve ilerdeki gümüş mor renkli alevde yakın sonra da sarılıp annenizi kendi boyutuna uğurlayın. Dediğim gibi sevgi bağlarını hiçbir güç kesemez bunlar karmik bağlar.

Çok büyük bir enerjisel rahatlama hissedeceksiniz. Ben bu çalışmayı tüm hayatın boyunca öfkeli olduğum herkese yaptım. 5 hakikanızı almaz lakin çok özgürleştirici bir çalışma. Hadi kolay gelsin!!!

Not: Bu arada annesini henüz affetmeye gönüllü olmayanlara sesleniyorum bir anne olarak. Anne olmak öyle zorlayıcı ki. Çocuğunuzun üzerine ona küçük gelen bir battaniyeyi örtmek gibi. Ayakları üşümesin diye örtüyü çekiyorsunuz, bu kez omuzları açıkta kalıyor. Kollara doğru çekiyorsunuz bu kez bacaklar açıkta! Uzun lafın kısası ne yapsak olmuyor, mükemmel olmaya çalıştıkça elimize yüzümüze bulaştırıyoruz ve kendi farkındalığımız içerisinde elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Ve tek bir ortak noktamız var çocuklarınıza aşığız, bunun için özel bir çaba da sarfetmemize de gerek yok bu aşk içimize koyuluyor çocuğumuzun tohumu rahmimize düşünce. O nedenle her ne yapmışlarsa yapsınlar bu aşk, bu 9 ay uğruna tüm anneler affedilmeyi hakeder!

( Fotoğraf instagram hesabı @kubilay_djfpunto olan sanatçıya aittir)

28 Aralık 2016 Çarşamba

Yaklaşık bir buçuk sene önce haldur huldur işe gider, ön ergen çocuğuma analık yapar, evde hizmetkar, dışarda  sosyal kelebek olmaya çalışır, haftasonları o kurstan bu kursa koşar, kendime ayıracak bir dakikam bile olmazken tek bir dileğim vardı: Yavaşlamak!!!

Sonra bir niyette bulundum. Yeni yıla bu halde girmeyecektim. Koşmaktan çok yorulmuştum, artık bana hizmet etmeyen işimi bırakmak istiyordum ama nasıl? Ne yapabilirdim ki ben, CV'imde yıllardır yaptığım yönetici asistanlığı dışında bir şey yazmıyordu.

Ve sonra öyle bir noktaya geldim ki korkularımın ötesine geçtiğim noktaydı bu: Kararım kesindi işi bırakacak, yavaşlayacak, başımı kaşıyacak vakit bulacaktım. Kendime bir sene verecek ve bu süre dolmadan ne yapacağımı karara bağlayacaktım. Hayalimdeki iş nasılsa gelip beni bulurdu. Bulmasa da eski işime benzer bir iş bulurdum ne kaybederdim ki özgürlüğümden başka.

Karlı günlerde  ofiste debelenirken işi bırakmanın yanı sıra bir de şöyle bir vizyonum vardı. Evde en sevdiğim koltuğumun en sevdiğim köşesinde, elimde en sevdiğim kitabım, sehpada en sevdiğim çayım durur, geri planda en sevdiğim şarkılar çalarken ben bir yandan kitabıma konsantre oluyor bir yandan da usul usul yağan karı izliyorum içim huzur ve coşkuyla dolu.

Şu an en sevdiğim koltuğumun en sevdiğim köşesinde oturup, en sevdiğim kitap elimde, en sevdiğim çayımı yudumlayıp geri planda çalan en sevdiğim şarkılara kulak verirken bir yandan dışarda usul usul yağan kara dikkatimi veriyor bir yandan da bu günlerin tohumlarını attığım o çaresiz gibi görünen günleri anımsıyorum. İnanin bana hayalleriniz sadece hayal değil, imgeledikleriniz sadece zihninizdeki imajlar değil. Bunlar gerçek olma potansiyeli olan yaratım tohumları. Siz sadece İLK ADIMI KORKUSUZCA atmakla yükümlüsünüz. Gerisi Allahın, evrenin, kaynağın adına ne diyorsanız o herşeye muktedir ilahi gücün işi. Korkmayın değişiklikten, asıl korktuğunuz konfor alanınıza hapsolmak olsun!

Kapanışı Şens Tebriz-i'nin en sevdiğim dizeleriyle yapmak istiyorum: 'Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını"

22 Aralık 2016 Perşembe

ŞAKÜLÜ KAYANLAR BURAYA!



Özellikle bir iki gündür şakülü kayanlar buraya!!! Benim de ziyadesiyle kaydı çok şükür😊  Bir önceki yazıda paylaşmıştım, bize artık hizmet etmeyen, görmezden geldigimiz her şey su yüzüne çıkıyor. Kozmik enerjiler bunun böyle olmasına zorluyor adeta. Öyle ki sorunları daha fazla görmezden gelemeyecek duruma geliyoruz.

İçinde tavuk pişirdiğiniz yağlı bir tepsi düşünün. Hemen elinize alıp temizleyemezsiniz, bir süre suda bekletirsiniz. Suda beklediğinde de tüm pislik ve yağ kalıntıları suyun yüzeyine çıkar. Görüntü mide bulandırıcıdır. Elinize bir sünger ve deterjan alıp iyice ovmanız gerekir ta ki parlak yüzeyi görünceye dek. Bazen sünger yetmez, telle ovalarsınız, olmadı fırçalarsınız. Temizlik bittiğinde tepsi ayna gibi olur ancak siz de ovmaktan bitap düşmüşsünüzdür. Şu an enerjisel anlamda tam olarak öyle bir dönemdeyiz. Arınmamız, temizlememiz gereken her şey ama her şey su yüzüne çıkıyor. Hem bireysel olarak hem gezegensel olarak. Her şey patlıyor (her iki anlamda da)!

Kemerlerimizi bağlayıp dengede olma vakti. Tamam da nasıl? Hiç kolay değil, olaylar ve iç sıkıntısı geldi mi yerlerde sürünüyorsunuz biliyorum. Lütfen geçeceğini bilin ve uyguladığınız tekniğe devam edin. Bende nefes çok işe yarıyor. 4 sayıda alıp 4 sayıda veriyorum sakinleşene kadar. Nefesimi muhteşem bir ışık olarak çekip, verirken sıkıntılarımı bir dumanla bıraktığımı hayal ediyorum.

Bir de şu olumlama hayatımı kurtarıyor:"Bu durum da geçici. Böyle hissetmem çok normal. Duygularımın farkındayım. Huzurluyum. Hayatın akışına güveniyorum. Güvendeyim"

Daha önce de bahsettiğim sirkeli suya ayaklarınızı koymak da ekstra işe yarıyor. Merak etmeyin yalnız değilsiniz, hepimiz aynı yerden geçiyoruz. Dışınızda ciddi zor durumlar yaşanıyorsa (ilişkilerle ilgili, işle ilgili, parasal vs) kontrol etmeyi bırakın ve kendinizi sakinleştirmeye çalışın. Ancak sakin olursanız daha önce hiç fark etmediğiniz bir çözüm size görünür olur. Panik olmak durumu iyice zorlaştırır. Yakında temizlik bitecek, biteceğine güvenin! Nefesi unutmayın...Sarılıyorum hepinize (Fotoğraf internetten alıntıdır)

18 Aralık 2016 Pazar

SİRKELİ SU;)

Ülkenin üzerinde kara bulutlar var malum. Bugün bir de bir türlü bir karara varamadığımız saatler süren bir toplantıya katıldım. Yetmedi onlarca insanın tıkış tıkış gezdiği bir yılbaşı hediye fuarına gittim. Anlatırken çok negatif bir deneyimmiş gibi kulağa geldiğini biliyorum. Aslında katıldığım toplantı çok sevdiğim insanlar topluluğuydu, yılbaşı hediye fuarı ise bayıldığım @cermodern 'de ve harika tasarımcıların ürünlerini sergiledikleri nefis bir fuardı. Sonuçta her ikisini de severek yaptım ancak severek yapmam farklı enerjilere maruz kalmamı, baş dönmesi, zihin karışıklığı ve yorgun hissetmemi engelleyemedi. Özellikle kendinizi yükseltecek çalışmalar yapıyorsanız, karışık enerjilerin dolaştığı kalabalık ortamlarda böyle hissetmeniz çok normal. Ben bu tür günlerin ardından kendimi genelde parka, ağacımın (adı Tin 😊) köklerine atarım kendimi. Çıplak ayaklarımı toprağa gömerim, 15 dakika sonra enerjik, rahatlamış ve huzurlu kalkarım ağacımın altından. Bu akşam hava karardığından parka gidemedim onun yerine kendime ılık sirkeli su yaptım. İçine de temizlenmiş ( daha önceden tuzlu suda bekletmiştim) ametist taşını koydum ve şöyle bir niyette bulundum: Yaşam enerjimin dengelenmesi ve bana ait olmayan tüm negatiflerin suya akması niyetiyle. Her şey niyetle başlar biliyorsunuz. Niyeti ettikten sonra uzun ve derin nefesler aldım ve bana ait olmayan her türlü blokajın içimden suya aktığını hayal ettim. Ben genelde bu tür çalışmaları parktaki ağacımın köklerinin üzerinde yaptığımı hayal ederim. Bilinçaltı gerçekle imgelemenin arasındaki farkı anlayamıyor biliyorsunuz. Nefes ve sirkeli su çalışmasının ardından, koltuğumun en sevdiğim köşesine uzandım. Elimde içine limon dilimleri attığım lavanta çayım. Diyeceğim o ki ne kadar karmaşık bir gün geçirirseniz geçirin kapanışı gevşeme, rahatlama ve kendini şımartmayla sonlandırırsanız, yatağa gevşek bir beden ve zihin götürmüş olursunuz. Bu da ertesi güne enerjik başlamanızı sağlar. Aksi takdirde şiş gözlerle, mutsuz ve huzursuz bir güne başlarsınız. Güne nasıl başlarsanız da öyle devam eder malum. Tüm gün yayın yaptığınız frekanstan kişi ve olayları hayatınıza çekersiniz. Rahatlamış bir gece diliyorum size;) Sirkeli suyu unutmayın...

( Fotoğraf internetten alıntıdır)

15 Aralık 2016 Perşembe

ACI NEDEN GEREKLİ?


Gayet iyi bir çocukluk geçirdiğimi sanmıştım. Uyandığımda 20’li yaşlardaydım. Bir gün kardeşimle oturup çocukluğumuzu sorgulayıp, aslında inanılmaz zor bir çocukluk geçirdiğimize karar verdiğimizde ise artık 30’lu yaşlarımı çoktan devirmiştim.J Salak mıymışım? Belki. Belki de görmek istediklerimi görmüşüm bilemiyorum ama neticede elimde alkolik bir baba, borderline olduğunu tahmin ettiğimiz bir anne ve ilişkilerimizi bir türlü kotaramadığımız bir kardeş vardı. Onları çok ama çok seviyordum ama her ne yaparsam yapayım bir şekilde yanlış anlaşılıyordum. Onlar da beni ölümüne seviyorlardı ama ne yaparsak yapalım birbirimizi olduğumuz gibi kabullenemiyorduk ve  yalnızdım ya da bana öyle geliyordu. 

Ufakken yaratıcıyla aram çok iyiydi. Sürekli onunla iletişim halindeydim. Ondan sınıftaki güzel kızlar gibi mavi gözler, kumral saçlar ya da oyuncaklar filan istiyordum. Yiyeceği olmayan çocuklar için yiyecek, sokak hayvanlarına barınak, tüm dünyadaki herkese sağlık afiyet ve mutluluk diliyordum. Bir yandan da korkuyordum kendisinden. Acı çekmekten. Çünkü güzelliklerin yanında acıyı ve kötüyü de yaratmıştı. Dünyada varolan tüm acılar ve kötülükler beni çok üzüyor, başıma gelmesinden çekiniyordum. Acılar neden vardı neden olmalıydı? Az çok yirmili yaşlara kadar çok da büyük acılar yaşamamıştım ama ya büyük bir acıyla karşılaşırsam ne olacaktı? Kafayı biraz da bunlarla bozmuştum. 

Derken günün birinde korktuğum başıma geldi. 18 yaşımdan beri birlikte olduğum adamı trafik kazasında kaybettim 30 yaşımda. Sabah hoşçakal öpücüğü vermiştim hatta çok erken saatte evden ayrıldığı için kapıdan uğurlamamıştım bile. O akşam her zamanki saatinde eve gelmedi. Hatta bir daha hiç gelmedi. Buarada yaklaşık iki ay sonra annem hastaneye yattı ve uzunca bir süre tedavi altında kaldı. Sağlığı gitgide bozuluyor kilo kaybediyordu. Sevdiklerimi gitgide kaybedecek olma fikri beni çileden çıkarıyor, korkudan ölüyordum. Vedat’dan bir sene sonra beni büyüten çok sevdiğim babaannem, ardından kendisinden çok şey öğrendiğim iş arkadaşım Semin, onun da ardından annemi kaybettim. Sürekli sevdiklerimizi kaybetmek ailem için bir rutin olmuştu. Kızım 2 yaş sendromu ve devamındaki bunalımlı evreyi yaşıyordu. O da sevdiklerini aniden kaybetmişti neticede. Babam kendini iyice alkole vermişti, tüm gün yatağın içindeydi ve kendini uyuşturmayı seçiyordu. Kardeşimle aram bok gibiyidi. Ve ben kelimenin tek anlamıyla saçmalıyordum. İnanç sistemim altüst olmuştu. Artık yaratıcıyla neredeyse hiç bağlantı kurmuyor, asla dua etmiyordum. Yaratmış olduğu düzene kendimce bir anlam getirmiştim. Buarada bir sistem vardı. Biz ruhlarımızı geliştirmek için buaradaydık ve ruhların gelişmesi için hep acı çekmek zorundaydık. Ruhların neden gelişmesi gerektiği kısmını bilmiyor ve anlamıyordum. Önemli de değildi. Gerekli olan acımı çekip buradan gidecektim. Öfkeliydim hem de çok öfkeliydim, bence yaratıcıya karşıydı bu öfkem. Ama ondan öylesine tırsıyordum ki tüm öfkemi ölen sevdiklerime çevirdim beni yalnız bıraktıkları için. Şuan geriye dönüp baktığımda kaybettiğim tek şeyin aslında sadece sevgi olduğunu farkediyorum. Hiçbirşeye karşı artık ne merhamet ne de sevgi hissediyordum. Çok eskiden sokak hayvanları için debelenir, hep birşey yapma çabasına girerdim. En azından yaralı bir hayvan görsem günlerce kendime gelemezdim. Ama bu olaylardan sonra örneğin yolda yaralı bir hayvan görsem bakıp yoluma devam ediyordum. Hiçbirşey beni etkilemiyordu. Evet ördüğüm duvarlar daha fazla etkilenip üzülmemi engelliyordu ama sevme yeteneğimi de elimden almıştı. Dünyadaki en korkunç şey nedir biliyor musunuz? Acı çekmek değil, artık sevememektir. Çünkü dünyayı toz pembe yapan tek şey aşktır, sevgidir. Ama siz artık bu duyguları hissedemiyorsanız dünyayı gri görürsünüz. Renksiz ve ekşi. 

Hayatımdaki tek renkli şey flamenkoydu.Onun renklerini görebiliyordum. Kırmızıydı çok canlıydı, grinin arasından kendisini belli ediyordu. Anda kalmamı sağlıyor başka şey yapmama izin vermiyordu. Şımarık ve kadir kıymet bilmezdi ama olsun zihnimin acıları düşünmesine izin vermiyordu. Buarada çok da güzel maskeler takmıştım. Her daim eğleniyor gülüyordum. Acımın gözükmesini, soru sorulmasını, aciz görünmeyi istemiyordum. Ve çoğu zaman maskelerime öyle sıkı sıkıya bağlanıyordum ki acılarımı ben de hatırlamıyor üstlerini kapatıyordum. İkili ilişkilerim derseniz saçma sapandı. Sevgi yoktu ki ilişki nasıl olsundu. Birkaç ay önce kızım bana dehşet içinde dinlediğim bir hikaye anlattı. “Anne” dedi “ben seni küçükken hırsız sanıyordum?” “Efendim?” dedim şaşkınlıkla “ne çaldım ki ben?” “Gerçek annemi çaldığını sanıyordum. Benim küçükken kısa saçlı bir annem vardı. Çok sevgi doluydu, iyi kalpliydi. Sonra sen onu yokedip yerine geldin. Çok öfkeli ve sinirliydin. Korkuyordum ben senden. Ama sonra alıştım ben de sana. Zamanla sen de beni sevdin gibi geliyordu. Hatta son zamanlarda sanki eski annemi geri getirmiş gibisin.” Bu hikaye acı gerçeği tokat gibi yüzüme çarptı. Tüylerim diken diken olmuştu. Ben ne yapmıştım kayıplarımdan sonraki seneler boyu. Bir Banu yaratmıştım. Sevgisiz aslında öfkeli ve sıkıntılı ama kimseye göstermeyen. Kendine ve sevdiklerine sevgisini veremeyen, yalnız ve mutsuz. Bir tek en yakınlarım görebiliyordu içimdeki irini. Onlara da öfke olarak kusuyordum. Sorunu çözmek istiyordum ama göremiyordum ki çözeyim. İnanç sistemime göre çektiğim acılar sonunda topluma faydalı birşey yapmalıydım ki buradaki görevimi tamamlayım. Bakıyordum etrafıma ya da dünyaya mesela oğlu silahla öldürülen bir anne, silahsızlanmaya karşı bir dernek kurmuştu, ya da çocuğu down sendromlu olan bir diğeri, down sendromlu ailelerin bilinçlenmesi için çalışıyordu. Ben de benim buradaki görevimi bulmaya çalışıyordum. Yas danışmanı olmaya karar verdim. Öyle ya bir kaybı ancak kaybı yaşayan başka biri anlayabilirdi. Ben de kayıp yaşayanlara yardım edecektim. İngilterede uzaktan eğitim veren bir sertifika programı buldum ve hemen kendimi kaydettirdim. Bir de site açtım “yası-yorum” adıyla. Yas yaşayanların acılarını anlamaları için bir forum oluşturacaktım. Söylediklerimin hepsini yaptım, sertifika programı yarım kaldı, sitem de ilgisizlikten kapandı. Ancak şimdi anlıyorum yapmış olduğum hatayı. Ben daha kendi yasımı yaşamamıştım ki başkalarına nasıl yardım edecektim. Hem bu görev meselesi de neydi? Eğer bir kayıptan ya da olaydan sonra birşey yapılması gerekiyorsa bu zorlamayla olmazdı ki, akışın içerisinde oluverirdi. Ben kendimi hep oynar buluyordum, gerçekten ben kimdim? Sürekli “mış” gibi yaşayan bir ben.  Kendimi akışa ve düzene hiç bırakmamıştım ki. İşte buradaki en büyük eksikliğim inanç sistemimi yanlış temeller üzerine oturtmuş olmamdı. 

Kendi başıma tatillere gidiyor, yurtdışına çıkıyor, geceleri partiliyordum. Ama mecburen ne yaparsam yapayım kahrolasıca söz geçiremediğim, tilkilerin cirit attığı beynim de benimle birlikte geliyordu.  Kızımla çatışsam da hayatım dıştan gayet yolunda görünüyordu aslında. Peki ya içten? İçten durum vahimdi. Boşlukta ve arayıştaydım ancak ne aradığımı bilmiyordum. Bence beni seven bir sevgilim olsa herşeyi kökten çözebilecektim. Kökten ve temelden! Birinin beni sevmesini ve onaylamasını istiyordum ama peki ben karşımdakini sevebilecek kapasitede miydim? Peki ya kendimi? Kendimi sevebilip onaylayabilir miydim?

Bu soruların cevabını bilmiyordum. Aslında sorun soruyu hiç sormuyor olmamdı. Tüm sorun dış dünyadaydı. Eğer acı çekiyorsam sorumlusu başkalarıydı, bu sistemdi, düzendi. Bakışı kendime çevirmeye çalışmam yıllarımı aldı. “Acaba ben de mi sorun?” dediğimde artık aydınlanma sürecimin ilk adımını atmış bulunuyordum. Buarada yardım almadığımı sanmayın. Birçok psikolog ve psikiyatristin muayenehanesini ziyaret ettim. Hatta ilaç da kullandım bir dönem. Fakat sorun bendeydi istikrarsızdım. 

Yakın bir arkadaşım vardı, hep derleşirdik benzer ailevi sorunlarımız vardı. Bana birgün seni bir yere yollayacağım, sorgulama ama git lütfen sana iyi geleceğini hissediyorum dedi. Bu kısmı hızlı geçeceğim çünkü oraya gittiğimde bana yardımcı olan hocam ve o dönemde yaşadıklarım başka bir yazının konusu. Sadece yapmış olduğumuz çalışmalar neticesinde kendimle korkularımla hızlı bir şekilde yüzleştiğimi söyleyebilirim. İşte o günlerde aslında tüm sorunun ben ve benim korkularım olduğunu anladım. Dış dünya diye bişey yoktu. Karşıma çıkan tüm insanlar beni sadece beni yansıtıyordu bana. Örneğin yetersizlik korkumu alevleyen bir adamla tanışıyordum. Ya da gücümü kaybetme korkumu körükleyen ailem sürekli bir olayla tekrar tekrar bu korkumu alevlendirecek olaylar yaşatıyorlardı bana. Kızmamalıydım çünkü görevleri oydu. Ben koşulsuz sevgi moduna geçene kadar bana karşı öğretmenlik görevlerini yerine getireceklerdi. Peki ne menem bişeydi allah aşkına şu koşulsuz sevgi? Herkes sevgiden, ışıktan, auradan bahsetmeye başlamıştı son zamanlarda. Midem bulanıyordu bu sözcüklerden. 

Bir akşam kızkardeşim ağlayarak karşıma dikildi. Berbat görünüyordu. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Eşiyle kavga etmişti ve ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Normal bir zamanda onu içeri alır, nasihatlarımı birbiri ardına sıralar, kendi doğrularımı ona kabul ettirmeye çalışırdım. Asla anlattıklarını dinlemez hak vermez onaylamazdım. Fakat o gün birşey oldu ve kapıyı açtığımda onu öyle perişan halde görünce içimden bir ses Einstein’ın bir lafını hatırlattı bana. “Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç bekleyemezsın. Bu zaman kaybıdır”. O an başka bir tepki vermem gerektiğini farkettim. Ve içeri girer girmez sarıldım ve “seni seviyorum” dedim. “Kavganızla ilgili sebep sonuç ilişkisini anlatma. Kim haklı kim haksız bilmek istemiyorum. Bu ikinizin de sorunlarını büyütmekten başka bir işe yaramaz. Sen burada ben ve Derin’le kal istediğin kadar. Güzel vakit geçirelim. İyi hissedince o zaman konuşursun kocanla ve ne yapmanız gerektiğine karar verirsin. Ben senin yanındayım ne karar verirsen ver. Yanındayım ve seni seviyorum”. O gece birbirimize sarılıp yattık ve çok garip bişey oldu. Sanki odadaki hava ağırlaştı, bizim göremediğimiz bir enerji vardı, bedenlerimiz titremeye başladı. Biraz korkuyorduk ama yine hissettiğimiz şey huzurdu. Daha sonraları bunun ne olduğunu araştırdığımda sevgi enerjisinin elle tutulur bir şekilde hissedilebileceğini öğrendim. Çok tuhaftı çok.  Yıllardır bombok olan ilşkimiz o bir hafta boyunca mucizevi bir şekilde değişti. Sadece gülüyor, ağlıyor, birşeyler yiyip içiyor, anne babamızı çekiştiriyor, bir takım çözümler yapıyor kısaca iyi vakit geçiriyorduk. Sevgim koşullu değildi, yani benim söylediklerimi yaparsa, benim yolumdan giderse onu onaylamayacaktım. Onu her haliyle onaylayacaktım ve o an olduğu haliyle de çok seviyordum. İsterse bana çok ters birşey yapsındı. O günlerden sonra ilişkimiz ciddi anlamda değişti kardeşimle, şuan hala bazı sıkıntılar yaşıyoruz ama eskisi gibi kesinlikle değil! Babam da artık kendi kendine idare edebiliyor çok şükür. O en kötü döneminden eser yok. Kızımla ilişkilerim ise inanılmaz. Kısaca ben değiştim dünyam değişti!

Peki yukarıda sorduğum sorunun cevabı ne? Acı neden gerekli? 

15 hafta boyunca bir senaryo kursunu katıldım. İlk derste öğrendiğimiz şey; bir kahramanınız (protogonist) olacak, onun bir amacı olacak (hedef) ve onun amacına ulaşmasını engelleyen bir düşmanı (antagonist) olacak. Bu antagonist kahramana yaptığı kötülüklerle hep hedefini hatırlatacak. Film senaryosunun olmazsa olmazları bu üç ana başlıktır. Senaryonuzda kahramanınızın karşısına hedefine gitmesini engelleyecek çatışmalar, engeller çıkarmalısınız. Yoksa filmi izlenir bir hale getiremezsiniz. Bu kursdan sonra hayatı da çok daha iyi anladım. Hayatımız bir senaryoydu. Henüz biz bu fiziksel evrene gelmeden önce yazılmıştı. Bu senaryoya hayat planımız ya da  kader diyorduk. Senaryonun sinopsisi yani kısa öyküsü hazırdı, kahramanlar, başı sonu, temel ayrımlar, ana yollar belliydi ancak olay örgüsü ve diyaloglar yoktu.  Yoktu çünkü özgür iradeyle yollanmıştık ve doğaçlama oynayacaktık. Bu kursda öğrendiğim şeylerden biri de aklınıza bir senaryo fikiri geldiğinde bunun komedi mi yoksa dram mı ya da romantik komedi mi olacağını bilememenizdi. Yazdıkça şekilleniyordu. İşte hayat da tıpkı böyleydi. Özgür irademizle hayatımızı trajediye ya da romantik komediye ya da drama çevirebilirdik. Senaryo içerisinde karşılaşacağımız insanlar ve onlardan ne öğrenmemiz gerektiği de belliydi. Aslında tüm kahramların hedefleri hep aynıydı. Koşulsuz sevgi, yaratandan ötürü yaratılanı sevmek ve olanı olduğu biçimiyle tam ve bütün olarak kabul etmekti. Bunu spiritüel kaynaklar yuvaya dönmek olarak tanımlıyor. Yani asıl öz aşk enerjisine dönmek. Hani yaratıcı bizi kendine duyduğu aşkla yarattı biz oyuz ya. Tekrar o saf enerjiye, ışığa dönüşme durumu olarak tanımlanıyor. Nefsimizi silmeye çalışmadan, çünkü bu imkansıız, kabul etmek ama aynı zamanda kontrol altına almak. Sonunda da saf sevgi olmak.  Tüm bu tanımlar benim insansal algımın dışında, tam olarak idrak edemiyor ama az çok bişeyler anlıyorum. Hedefimize yani koşulsuz sevgiye ulaşırken yolda karşımıza engeller çıkacak, çatışmalar olacak senaryo gereği. Dış dünya kim? Biziz bizim yansımamız. Yani hani ben ne ekersem onu biçiyorum ya. İnsanlara neyi, hangi özelliğimi yansıtıyorsam onlara da tam olarak bana geri ışınlıyorlar. Peki bu çatışmalar, engeller, acılar olmazsa ne olur? Filmin çekimi yavaşlar, monotonlaşır ve hedefe ulaşılmaz. Acı dürtükleyici bir araçtır. Farkına varmak, birşeylerin ters gittiğini, değiştirilmesi gerektiğini hatırlatmak için bir araç. Yani hep bizden ayrı birşey olduğunu düşündüğümüz Allah Baba yukarda oturup, bir takım kararlar verip bizim acı çekmemiz için çeşitli düzenekler kurmuyor. Tam tersi biz yansıttığıımız korkularımızla kendi cehennemimizi bu fiziksel evrende kendimiz yaratıyoruz. Suçlu kim “ben”im. Çok acı değil mi? En acısı bu gerçekle yüzleşmek.

Bu tür konulardan konuşunca bazen arkadaşlarım haklı olarak itiraz ediyor. Tamam acı gerekli gelişimimiz için böyle şeyler yaşıyoruz. Ama ölen ufacık bebeklerin, gencecik insanların, tecavüze uğrayan kadınların ne suçu var. Mesela Berkin Elvan neden öldü? Bu sorulara tepeden bakıp ahkam keserek cevap vermek hiç doğru olmaz. Çünkü söylediğiniz herşey kifayetsizdir. Ortada çok büyük bir acı vardır. Evladını henüz kaybetmiş bir anaya ilahi düzenden, acının gerekliliğinden bahsedemezsiniz. Acı çok çok çok büyüktür. Bu konuyla ilgili kayıplar yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim. Tanrısal bakış açısıyla bakıldığında bu ölümler de hedefe giden, koşulsuz sevgiye giden yolu destekleyici niteliktedir. Berkin Elvan’ın ölümüne bakarsak, masumca ekmek almaya giderken başından vurulması, aylarca komada kalması ve yaşının küçük olması hiç uyandırılamayacak kadar yankı uyandırdı. Kitlelerin yüreklerini sevgi, dayanışma, vicdan ve adalet duygusuyla doldurdu. Evet çok büyük bir öfke hissediyorlar ama çok yoğun da merhamet hissediyorlar. Evladını kaybeden anayla inanılmaz empati kurdular. Berkin’in yüzü gözlerinden gitmiyor. Biliyorum çünkü benim de öyle. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Sistemi ve düzeni anlıyorsunuz. Herkes rolünü oynuyor. Gidişiyle kitleleri ayağa kaldırdı o güzel ruh. Kendi yaşamından vazgeçerek. Olması gerektiği gibi. Bu cevabın üstüne senin evladına birşey olsa bu bakış açısıyla bakabilecek misin sorusunu sorabilirsiniz. Ben de size deli misiniz derim. Henüz ermedim. Gayet bu senaryonun içindeyim. 

Kendisinden çok şey öğrendiğim Ayşegül: “ Kazalar ve hastalıklar sert uyarılardır” der. Yani dön ve kendine bak, ters giden şeyleri çöz yoksa bu hayat diliminde hedefine ulaşamayacaksın, yani koşulsuz sevemeyecek ve yargıladıkça kendi cehenneminde yaşamaya devam edeceksin!” Senaryomuzdaki diğer kahramanlar da kaza ve hastalıkların yaptığı benzer dürtüklemeyi yapar. Hep aynı şeyleri yaşatırlar bize. Hatta bazen kahramanlar farklı olaylar aynıdır. Hatta o kadar aynıdır ki diyaloglar bile hiç bozulmamıştır. Bu en çok ikili ilişkilerde yaşanır. Kadınlar en çok değersizlik ve yetersizlik korkularını deneyimlerler ilişkilerinde, adamlar hep bu korkularını ortaya çıkaracak şeyler yaparlar. Adamlar değişir olaylar değişmez. Ta ki o yetersizlik korkusu uçup gidinceye kendini olduğu gibi kabul edip sevinceye kadar. Görüldüğü üzere film aslında basit görünse de oldukça zor. Farkındalık gerektiriyor. Ve farkındalık artmadan önce hep dış dünyayı suçlarken, artan farkındalıkla acaba ben nerede hata yapıyorum, hangi korkumun neticesinde bu olayları tekrar tekrar yaşıyorum diye kendinizi sürekli sorguya çekiyorsunuz. Farkındalıkla yaşamak zor zanaat ama eğlenceli bir tarafı da var itiraf etmeliyim. İşin komik tarafı da çözdüğünü sandığında bir başkasının gelmesi. Ama hepsini çözsek film biter değil mi? Demek ki bu fiziksel evrende olduğumuz sürece kendimizde temizlik yapmaya devam.


Film çok güzel senariste güvenin. Hatta sadece senariste güvenin zira tek derdi sizi hedefinize ulaştırmak;)